İSLAMİYET VE ALEVİLİK

HZ. ALİ HANGİ İSLAMİYET İÇİN SAVAŞTI?

 

Bugün dünya haritasına baktığımızda İslam dinini kabul etmiş olan ülkelerin hali içler acısıdır. Bilim ve teknolojiden tamamen kopmuş, çağdaşlaşmamış, dini uygulamalar adı altında bağnaz feodal uygulamaların sürdürüldüğü bir tablo karşımıza çıkıyor.

 

 

 

 

 


 

Tablo öyle içler acısıdır ki, yukarılarda yani aristokraside söz sahibi olan ve servetini nasıl savuracağını şaşıran görgüsüz ve İslamiyetten kopuk küçük bir azınlık dışında geri kalan halk sefil bir durumdadır. Ancak bu küçük azınlık maalesef yasalaştırdığı veya toplumlarına kabul ettirdiği ilkel kuralları İslam dini adına uygulattırmaktadır. İktidarı ellerinde bulunduran ve bağnaz din adamları ile uyumlu bir ittifak sergileyen bu yönetimler, bu yanlış uygulamalarına bir de dini kılıflar uydurarak, düzenledikleri kitaplarla, fıkıflarla ve fetvalarla bu saçmalıklarını kılıflamaktadırlar. Kadının adeta insan yerine bile konmadığı bu coğrafyada, şeriat kuralları denilen şekilci kurallarla ve bağnazlıklarla, halkı cehalet içinde süründürmektedirler.

Halkın çoğunluğu sefalet içinde yaşamaktadır ve dünyadaki diğer gelişmelere oldukça uzak durumda bulunmaktadır. Bilimde, Fen’de, Kültür’de, Sanat’ta, Edebiyatta, Tıb’da dünyanın gelişmiş ülkelerinden yüzyıllarca geride yaşamaktadır. Ve bu görüntü elbette İslam dini adına hiç te iç açıcı değildir.

Ve bu tabloya bakan kimi insanlar büyük bir yanlışa düşmekte ve bunun İslam dininin kendisinden kaynaklandığını zannederek yanılmaktadırlar. Özellikle bu saçmalıklara yön veren ve düzenleyen dini kitaplara bakarak yanılmaktadırlar. Elbette insanı şaşırtan bu durumun nedenlerini iyi kavramak, insanı yanıltan mevcut tablonun perde arkasında nelerin yaşandığını da iyi değerlendirmek gerekmektedir.

Çok açık ve net olarak söyleyelim. Bugün kü İslam coğrafyasında uygulanan ve adına İslami Uygulamalar denilen yanlışlıkların ve çağdışılıkların çoğunun İslamla alakası yoktur, İslama da mal edilmemelidir. Bu tablo, genellikle İslam adı altında uygulanan bir dizi yanlışlıklar ve hesaplaşmaların sonucu oluşmuştur. Başka bir deyim ile kısmen de olsa iktidarı eline geçiren İslam ve Ehli Beyt düşmanlarının İslam adı altında sistemleştirdikleri uygulamalardır. Bu uygulamalara direnen ve büyük bedeller ödeyen İslam ve Ehli Beyt dostlarının genel görüntüde ki payları da maalesef hakim veya etkin oldukları coğrafyanın içinde fazla dikkat çekememektedir.

Bu tabloyu biraz sorgulamak ve İslam adı altında uygulanan görüntüyü irdelemek gerekmektedir.

Hz. Muhammed ve Mekke’li diğer müslümanların Meke’de bulundukları süre içinde hiç kimseye bu görüntüyü çağrıştıran veya benzerlik gösteren uygulamaları olmamıştır. Onlar tamamen sade ve samimi bir uygulama sergilemişlerdir. Onların göçe mecbur kalmalarının ardında sorgulanacak hiç bir neden yoktur. Kimseye zulüm etmemişlerdir. Kimsenin malına veya canına fenalık etmemişlerdir.

Hz. Muhammed ve diğer Muhacirler ise Medine’de büyük kabul görmüş ve baştacı edilmişlerdir. İslam dinini kabul etmeyen irili ufaklı pek çok kabile veya kendi inançlarını sürdüren diğer semavi din mensupları ile ciddi bir sürtüşmeleri olmamıştır.

O halde kendimize şu mantıklı soruyu sormak zorundayız. Neden Hz. Muhammed ve diğer Muhacirler Mekke’de ölüm tehdidine maruz kalmışta Medine’de büyük kabul görmüşlerdir? Mekke ile Medine arasında sosyal ve coğrafi pek bir farklılık yoktur. Bir birine benzer kabileler ve inanç gurupları her iki şehirde de mevcuttur. Eğer İslam dinine düşman olmayı gerektiren bir gerekçe var ise bu gerekçenin Medine ve diğer şehirler içinde de olması gerekmektedir.

Mekke’de ölüm kalım savaşına maruz kalan bu insanlar Medine’de neden kabul görsünler? Neden bu insanlar Mekke dışında diğer alanlarda büyük mukavemet ile karşılaşmasınlar?

Kaldı ki Hz. Muhammed’in ve diğer İslam mensuplarının Mekke ve Medine dışında maruz kaldıkları diğer küçük ölçekli mukavemetlerin arkasında da gene genellikle Mekke’liler bulunmaktadır. Onların kışkırtmaları veya baskıları bulunmaktadır.

Bunun esas nedeni şudur.

Mekke o zamanlarda da şimdiki yapıya benzeyen bir yapıya sahiptir. Hz. İbrahim zamanında inşa edilen Kâbe, bu insanlar tarafından da şimdiki Hacıların yaptığı Hac ziyaretlerine benzeyen bir tapınma merkezidir. Mekke’de otoriteyi uzun yıllardır ellerinde tutan ve Hz. Muhammed’in aşireti Kureyş’den uzak akrabaları olan Ümeyyeoğulları sürdürmektedirler.

Hz. Muhammed’in geldiği Kureyş’in Haşimoğulları ile Ümeyyeoğulları arasında bir kaç nesile uzanan egemenlik çekişmeleri vardır. Ümeyyeoğulları genellikle otoriteyi ve ticareti ellerinde bulundururken, Haşimoğulları ise daha ziyade sosyal alanda etkindirler.

İslamiyet öncesi Kâbe’yi ziyaret ve orada bulunan bazı önemli Put’lara tapınma ayinleri döneminde içme suları tüketilmekte, alış- veriş yapılmakta, ziyaret sırasında kurbanlar kesilmekte ve konaklama boyunca bir rant doğmaktadır. Bu rantın önemli bir kısmı siyasi otoriteyi ellerinde tutan, Ümeyyeoğullarından Harb oğlu ve Ebu Süfyan’dır. Daha sonraları İslamın başına bela olan Muaviye ise Ebu Süfyan’ın oğludur.

Hz. Muhammed’in İslamiyeti yayması en çok bu aileyi rahatsız etmekte ve rant kapısının kapanması kaygısı taşımaktadırlar. Eğer İslamiyet yeni bir din olarak bu alanda gelişirse kendilerine büyük gelir bırakan Hac ziyaretlerinden elde edeceği gelirin ve ellerindeki siyasi otoritenin kaybolacağını düşünmektedirler.

Hz. Muhammed’in oralara getirdiği bu yeni din, ayrıca bir sosyal ve siyasal harekettir. Hedeflenen değişim, mevcut statükoyu kökünden sarsacak açılımlar içeriyordu.

Bu yüzden başta Ümeyyeoğulları olmak üzere, Mekke’deki tüccarlar ve ileri gelen aileler ile Hz. Muhammed yandaşları arasında sert mücadeleler yaşandı. İslâma inanmış olan Ammâr bin Yâsir’in annesi Sümeyye, Mekke’nin ileri gelenlerinden İslâm düşmanı Ebû Cehil tarafından işkence ile öldürülmüştür. Daha sonra Mekke’liler şiddetin dozunu arttırarak Müslümanlara daha fazla eziyet etmeye ve buna öldürmeler de eklenince, Hz. Muhammed ve Müslümanlar zorunlu olarak Nisan- 16 Temmuz 622 tarihleri arasında gizlice Medine’ye göç ettiler.

Göç edenler taşınmaz mallarını orada bıraktılar. Hatta eşyalarını ve hayvanlarını bile alabilecek durumda değillerdi. Canlarını kurtarma gayreti ile her şeylerini orada bırakmak zorunda kaldılar.

Bu göç ile birlikte terkedilenler sadece bunlar da değildi. Yakın akrabalar, parçalanan aileler, dağılan yuvalar da geri de bırakılmıştı.

Bir örnek vermek gerekirse Hz. Muhammed’in öz kızları gösterilebilir. Bu kızlar Ebu Leheb’in oğulları ile evlidirler. Peygamber’in kızı Rukiye, Ebu Leheb’in oğlu Utbe ile, diğer kızı Ümmü Gülsüm ise Ebu Leheb’in diğer oğlu Uteybe ile evlidirler.

Ebu Leheb, Hz. Muhammed’in öz amcasıdır. Hanımı Ümmü Cemil ise Ebu Süfyan’ın kız kardeşidir. Ebu Leheb, Hz. Muhammed’in öz amcası olmasına rağmen Hanımın Ebu Süfyan’ın kız kardeşi olması vesilesi ile hanımının akrabalarının tarafını tutmaktadır.

Ebu Leheb, yeğeninin tarafını tutmadığına Mekke’lileri inandırması için, Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara en fazla zulüm yapanların başında gelmektedir. Ebu Leheb’in zulmü o kadar ileri gitmiştir ki bu konuda hakkında bir sure dahi nazil olmuştur. (Ebu Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşteyanacak. Odun taşıyıcı olarak karısı da (ateşe girecek). Ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde), (Tebbet: 1-5)

Hz. Muhammed ve diğer Müslümanlar canlarını kurtarma pahasına tüm varlıklarını orada bırakıp, parçalanan ailelerle birlikte Medine’ye göç etmelerine rağmen huzur bulamazlar. Mekke’liler üstelik onların üzerine 3 defa savaş ilan ederler. Civardaki kabileleri onlara karşı kışkırtırlar. Onların ticaret yollarına engellikler çıkartırlar.Serbest dolaşım ve ticaret olanaklarını sürekli taciz ederler.

Mekke’liler kuvvetli bir ordu ile Medine üzerine yürüyüp Bedir savaşını (13 Mart 624) başlatırlar. Ancak bu savaşta başarılı olamazlar. Başta Mekke’nin ileri gelenlerinden Kureyş kabilesinin Mahzûmoğulları boyuna mensup Ebu Cehil olmak üzere 70 kadar ölü verirler. Daha sonra (Uhud 625 ve Hendek 627) savaşlarını başlatırlar. Bu savaşların tümünü başlatanlar Mekke’lilerdir.

Medine’liler ise bu savaşlarda mazlumdurlar. Meşru müdaafa haklarını koruyarak savaşmak durumunda kalmışlardır. Bu yüzden Mekke’lilerin savaş kayıplarının sorumlusu olarak Hz. Muhammed veya Medine’lileri gösteremeyiz.

Bedir savaşında yaşamını yitiren Peygamberin azılı düşmanlarından Ebu Cehil, nüfuzlu ve servet sahibi bir aileye mensup olduğundan, elindeki imkânları mazlûmları ezmede araç olarak kullanan bir kişidir. Ebu Cehil’in asıl adı Amr bin Hişâm el-Muğira olup önceleri Ebû’l-Hakem künyesiyle anılırken, müslümanlar tarafından Ebû Cehil (cehâlet babası) diye adlandırılmıştır. Mekke’liler arasında büyük bir itibâra sahipir. Bu savaşta onun yaşamını yitirmesi Mekke’lileri çok öfkelendirir.

Bedir Savaşında yaşamını yitiren diğer önemli Mekke’li şahsiyetlerden biri de Utbe bin Rabîa, kardeşi Şeybe ve oğlu Velid’dir. Bu şahıslar savaş başlamadan önce ortaya atılıp Hz. Muhammed’den bire bir savaşçı isterler. Bunların karşısına Medine’li gençlerden üç kişi çıkıp bunların kim olduklarını öğrenince onlara: “Siz bizim muhatabımız değilsiniz, bizim kavmimiz ve kabilemizden adamlar çıksın” diyerek esas amaçlarının Hz. Muhammed ve ona gönülden bağlı olan ve göç eden Mekke’liler oldukları ortaya çıkar. Bunların karşısına Hz. Ali, Hz. Muhammed’in amcası Hz. Hamza ve Ubeyde bin Hâris adlı kişiler çıkarlar. Bire bir düelloda Hz. Muhammed’in taraftarlarından sadece Ubeyde bin Hâris yaralanır ama Mekke’lilerin her üçü de orada öldürülürler.

Şimdi burada oturup biraz düşünmek gerekir.

Bu ne kadar derin bir intikam duygusudur ki düelloya yanıt veren Medine’li gençler red edilmekte ve “hesabımız sizinle değil, onlarla” denilerek geri çevrilmektedirler.

Bu ne kadar derin bir intikam duygusudur ki, düelloya aynı aileden 3 kişi çıkmakta ve Hz. Muhammed ile yakınlarını da aynı şekilde düelloya davet etmektedirler.

Bu düello da ölen Utbe bin Rabîa, gene Mekke’nin ileri gelenlerinden Harb oğluEbu Süfyan’ın hanımı Hind’in babasıdır. Dolayısı ile Ebu Süfyan’ın kayınpederidir.

Savaşa gelmeyen ve yerine paralı asker gönderen, Ebu Süfyan’ın kızkardeşi Ümmü Cemil ile evli olan Hz. Muhammed’in amcası Ebû Leheb ise, Bedir savaşının kendileri açısından hüsranla sonuçlanması üzerine bir hafta sonra kahrından ölür.

Bu savaşı Mekke’lilerin 70 ölü vererek ve bol sayıda yaralı bırakarak kaybetmeleri Hz.Muhammed ve onu sevenlere, dolayısı ile ona bağlı olan yakınlarına olan kin ve nefreti daha da arttırır. Mekke’liler hemen peşinden yeni bir savaş hazırlıklarına başlarlar.

Hz. Muhammed ve yakınlarına özel bir intikam duygusu besleyen diğer bir kişi de Ebu Süfyan’ın hanımı, Muaviye’nin annesi Hind’dir . Bu kadın savaşta babası, amcası ve diğer akrabaları ile birlikte kuzenini kaybetmiştir. İntikam hırsı ile çevresindekilere şöyle bir vaad de bulunur. “Muhammed’le arkadaşlarından öç almadıkça içim rahatlamayacak, Muhammed’le savaş yapmadıkça koku sürünmek, zevk ve sefa bana haram olsun. Sevdiklerimin intikamının alındığını gözümle görmedikçe bana sevinmek yok”

Bu kadın savaştan önce, eşinin bilgisi dahilinde Vahşi adında ki kölesini çağırarak ona şu önemli teklifte bulunuyor.

“Eğer Muhammed, Hamza veya Ali’den birini öldürür ve ciğerlerini bana getirirsen,

  • 1. Seni azad ederim, özgür olacaksın
  • 2. Sana bol miktarda para, altın ve mücevher veririm.
  • 3. Seninle bir seferlik (cinsel) birlikte olurum.”
  • Mekke’liler büyük bir ordu toplayarak tekrar Medine üzerine yürürler. 25 Mart 625 tarihinde yapılan Uhud savaşında,Vahşi adlı köle kendisine yapılan bu vaadler sonucu bir fırsatını bulup Hz. Hamza’yı şehit eder. Savaşa bizzat iştirak eden Muaviye’nin annesi Hind gelip intikam hırsı ile Hz. Hamza’nın göğsünü yarar, ciğerlerini dişleri ile parçalar, kulaklarını keserek birlikte götürür ve gerdanlık yapıp boynuna asar.

Muaviye’nin annesi, kölesine verdiği sözü tutar ve bulunduğu vaadleri yerine getirir.

Bu ne derin bir nefret ve intikam ateşidir ki, bir insan kocasının bilgisi dahilinde böyle vaadleri yerine getirebiliyor. O zamanları gözümüzün önüne getirdiğimizde, kölelerin basit bir eşyadan daha değersiz, adeta hayvan muamelesine dahi layık görülmediği bir ortamda isteğini yerine getirdiği takdirde bir kadın kölesi ile beraber (cinsel) olabilsin.

Özellikle feodal değerlerin çok yerleşik olduğu ve kabile onurlarının dikkate alındığı, gözetildiği ortamda böyle bir vaad gerçekleşmiş olsun.

Kaldı ki alevlenen intikam ateşi 2 sene sonra Hendek savaşında yeniden kendisini göstermiş olsun. Mekke’lileri o kadar büyük intikamhırsı kaplamıştır ki, Hendek savaşı öncesi sadece kendi şehirlerinden olanları değil, çeşitli baskı ve vaadlerle civardaki bazı kabileleri de buna dahil etmeye başlamışlardır.

Arap yarımadasındaki tüm kabileleri Medine şehri üzerine kışkırtmakta, kendileri ile birlikte olmayanların dolayısı ile Hz. Muhammed taraftarları oldukları, onlardan sayılacakları savı ile propaganda yapıp diğer kabileleri de savaşın içine çekmişlerdir. Hatta semavi dinlere inanan kabile ve toplulukları, örneğin Yahudi’leri de “Bu yeni din sadece bize değil, size de tehdit oluşturmaktadırkışkırtmaları ile bazı Yahudi topluluklarından da aktif destek almışlardır.

Ancak Hendek savaşında da başarılı olamazlar ve bir takım kayıplar vererek ve bazı ünlü savaşçılarını da savaş meydanında kaybederek geri çekilmek zorunda kalırlar.

Hz. Muhammed bu duruma da mümkün olduğunca tahammül gösterir. Zaman zaman civardaki kabileler ve topluluklarla savaşmak zorunda kalır. Fakat Arap yarımadasında ki diğer tüm kabileler de İslam dinine karşı fazla direnç göstermezler. Hatta geniş çapta bu dini benimsemeler baş göstermiş, topluluklar guruplar halinde İslam dinine girmeye başlamışlardır.

Hz. Muhammed İslam dininin gelişmesinin ve tanınmasının önünde büyük engel oluşturan Mekke’lilerin bu engelini aşmak üzere 629 yılının Aralık ayında, başında kendisi olmak üzere

buraya güçlü bir ordu çıkarır. 1 Ocak 632 tarihinde şehri teslim alır ve daha sonra Mekke’lilerin tapındığı Putları (14 Ocak 632 ) kırar.

Hz. Muhammed, Mekke şehrini ordusu ile kuşattığı zaman Mekke’lilere iki seçenek sunar.

Ya toptan müslüman olacaklardır veya kendileri ile savaşmayı göze alacaklardır.

Mekke’liler, Hz. Muhammed ve müslüman olanlara yönelik 3 defa sefer düzenlemiş ve ayrıca gerek Hz. Muhammed ve gerekse diğer müslüman olanlar alehinde bol sayıda kışkırtmada bulunmuş, kendilerine çok yönlü zarar vermişlerdi. Ancak ulu Peygamber bütün bunlara rağmen son derece iyimser bir tavırla müslüman oldukları takdirde eski defterleri kapatacağını vurgulamışlardır.

Mekke’lilerin. Hz. Muhammed ve ordusu karşısında artık direnecek güçleri kalmamıştır. Önlerinde sadece 2 seçenek vardır.

Ya müslüman olacaklar, ya da savaşacaklardı.

Savaşmak, daha doğrusu savaşı kazanmak şansları yoktu. Bu durumda tüm Mekke şehri söz birliği ederek müslüman olurlar.

Alevilikte bir deyim vardır.

“Kılıç zoru ile müslüman olmak”

İşte Mekke’liler bu şekilde müslüman olmuşlardır.

İnsanoğlunun zaman zaman dinini değiştirdiği çok görülmüştür. Kişi bir inanca ilgi duyar ve kendi mevcut inancından daha inandırıcı başka bir inanç bulursa, bağımsız iradesi ile o inancı benimseyebilir.

Dinler tarihine baktığımızda insanların genellikle kendi bağımsız iradeleri ile dinlerini değiştirdiğini görürüz.

Ancak bu durum Mekke’liler için geçerli değildir. Onlar şehrin etrafını saran İslam ordusu karşısında zayıf olduklarından ve şayet bir savaşa girecek olurlarsa bu savaşı kaybedeceklerini anladıkları için müslüman olmuşlardır. Bu durum samimi bir benimseme değildir.

Dikkatle bakıldığında İslam dinini benimsemeleri inançtan kaynaklanmamıştır. Onlar ölüm korkusu ve varlıklarını kaybedeceklerini hissettiklerinden “müslüman olmuş gibi” görünmüşlerdir. En azından büyük bir kesimi için bu durum böyledir.

Mekke’lilerin çoğunun mevcut durum karşısında direnecek durumları yoktur. O halde yapmaları gereken bir şey vardır. İnanmış ve İslam dinini benimsemiş görünerek pusuya yatmak ve fırsat kollamak gerekmektedir. Onlarda öyle yapmışlardır.

Halbuki daha önce yapılan 3 önemli savaş ve çok yönlü kışkırtmalara, Hz. Muhammed ve diğer müslümanlara yaptıkları eziyetlerden dolayı onları Hicret etmeye mecbur bırakmalarına rağmen, Hz. Muhammed hissi davranmamış ve hepsinin vediği sözü İkrar saymıştır.

Sözlerine güvensizliklerinden dolayı Mekke’lilerin önemli bir kısmı ayrıca da ikrarsızdırlar.

Müslümanlar, bunların elinden bir hayli eza ve cefa gördüler. Pek çok yiğitleri, örneğin Hz. Hamza gibi önemli kahramanları savaşlarda şehit düştüler. Onlar buna rağmen yüreğine taş basarak durumu kabullendiler.

Hiç bir acının ve olayın faillerini sormadılar.

Kendi şehitlerinin intikamlarını almak gibi bir hissiyet göstermediler.

Eğer Mekke’liler müslümanlara yönelik başlattıkları savaşları kazanıp onları teslim alsalardı her halde onlara merhamet göstermeyeceklerdi. Mekke’lilerin onlara ne kadar büyük kin ve intikam duygusu taşıdıkları Hz. Hamza’nın şehit ediliş olayının ayrıntıları arasında rahatlıkla görülebilir. Şehrin ileri gelen birisinin hanımı olan bir kadının, “eşinin bilgisi dahilinde” kölesine verdiği sözler sadece onları kapsar boyutta değildir. Bu intikam duygusu diğer Mekke’liler tarafından dakabul görmüş ve onaylanmış bir durumdur.

Denilebilir ki Muaviye’nin annesinin intikam duyguları diğerlerinden nispeten fazla olabilir. Ancak bu ayrıntı da çok önemli değildir. Zira sadece Uhud savaşına, Muaviye’nin annesi dışında 13 Mekke’li kadın daha benzeri amaçlarla katılmış, eşlerinin bilgisi dahilinde öldürülecek müslümanların cesetlerinin parçalamak için pusuda beklemişlerdir. Ve bu yaklaşım Mekke’liler arasında kabul gören, onlar açısından takdir edilen bir anlayış haline gelmiştir. Bu durum da gösteriyor ki, İslamiyete karşı çıkan Mekke’nin ileri gelenlerinin yaklaşımları orada ciddi bir kabul görmektedir.

Hz. Muhammed, Mekke’yi teslim aldığında bu insanların hiç birini cezalandırmamış ve onları dışlamamış, tecrit etmemiştir.

İslam dinini kabul etmeleri şartı ile bu dinin sevecenliği ve hoşgörüsü kapsamında hissi davranmayı engellemiş, eski defterleri açmamak üzere kapatmış ve herkesi İslam bayrağının altında bir araya gelmeye davet etmiş, birlik ve beraberliğe hizmet etmeyi amaçlamışlardır.

Ancak burada göz önüne almamız gereken en önemli nokta, bu insanların İslamiyeti gönüllü olarak değil, Kılıç korkusu ile kabullenmeleridir.

Başka bir deyimle onların çoğunluğu İslamı kabullenmemiş, içine sindirmemiş, sadece kabul ediyor görünerek fırsat beklemeye başlamışlardır.

Bekledikleri fırsat çok değil, sadece 2 buçuk sene sonra önlerine gelmiştir. Hz. Muhammed, 8 Haziran 632’de Medine’de Hakka yürür. (Vefat eder). Hz. Ali dahil olmak üzere ve toplam 17 kişi Peygamberin cenaze ve defin işlemleri ile ilgilenirken, diğerleri durumdan vazife çıkarma peşine düşmüş ve Hz. Muhammed’in bol sayıdaki Hadis , öneri ve özellikle Gadirhum’da ki çağrısına rağmen onlar Hz. Ali’yi değil, hile ve fırsatçılıkla Ebu Bekir’i Halife seçmişlerdir.

Şu bir gerçektir ki eğer Hz. Ali Halife olsaydı onlara içlerinde taşıdıkları intikam duygularının fırsatlarını sunma olanağı tanımayacaktı. Mevcut koşullar Ümeyyeoğullarından (Muavi’nin kabilesi) her hangi birinin Halife olmasına müsait değildi. Onlar, Ebu Bekir ve onu destekleyenler ile ittifak yaparak süreç içinde kaybettikleri maddi ve manevi olanaklarını güçlendirmenin hesabını yapmış ve kısa süre sonra bu olanaklara sahip olmuşlardır.

Halife Ebu Bekir, 2 Buçuk sene sonra ölünce yerine Hattap oğlu Ömer, 10 sene sonra da Affan oğlu Osman Halife olurlar.

Halife Osman, Ebu Süfyan oğlu Muaviye ile yakın akrabadırlar. Osman’ın kısa süre içinde yaptığı en önemli icraat, tüm etkili ve yetkili yerlere kendi akrabalarını yerleştirmek olmuştur. Nitekim 656 yılında Hz. Ali, Halife olduğunda, buna ilk karşı çıkan Ebu Bekir’in kızı Ayşe olur. Ve hatta Ayşe, babası Ebu Bekir, Halife olduğunda onu destekleyen ve Talha ve Zübeyr denilen ileri gelenler de, Ayşe’nin yanında yer alırlar ve hep birlikte Hz. Ali’ye karşı 4 Aralık 656’da , tarihe Cemel Vakası olarak geçen savaşı başlatırlar. Onlar bu savaşı kaybederler ama hemen peşinden Halife Osman zamanında Şam Valisi yapılan Muaviye derhal isyan etmiş ve tüm olanaklarını Hz. Ali’ye karşı kullanmıştır.

Muaviye, 26 Temmuz 657 tarihinde Fırat’ın sağ kıyısına yakın Rakka’nın doğusunda bulunan Sıffeyn’de, Hz. Ali ile savaşır ve savaşı kaybeder. Ancak çeşitli hilelerle zaman kazanır ve Şam’da ki yerini git gide güçlendirir.

Burada şunu açık bir şekilde görelim. İslam dinine düşman olanlar, Hz. Muhammed’in Hakka yürümesinden hemen sonra, Hz. Ali ve ona yakın olan kişileri Hilafet makamından ve iktidar olanağından uzak tutmak için belli kesimlerle ittifakyapmışlardır. Bu ittifak sonucu önce Ebu Bekir, daha sonra da Ömer Halife olmuş ve İslam dininden sapmalar, yanlış uygulamalar başlamıştır.

Zaten ilk büyük ihanet Hz. Muhammed’in cenazesinin ortada bırakılması ve iktidar çıkarları ile başlamıştır. Ebu Bekir, Halife olduğunda kendisini hararetle destekleyen Ömer’e vefa borcu karşılığı, öldüğünde yerine onun geçmesini vasiyet etmiş ve yanlışlıklar peş peşe devam etmiştir. Ebu Bekir ve hemen peşinden Ömer, kendilerinin Halife olmasını destekleyen diğer kesimlere, örneğin Ebu Süfyan’ın kabilesine hoş görünmek için Hz. Ali ve taraftarlarını etkisizleştirmiş, bu haksızlıklar Halife Osman döneminde doruğa çıkmıştır.

Şu halde fotoğrafı bir daha gözden geçirmekte yarar olmalı.

Örneğin Uhud savaşında Hz. Muhammed, Hz. Hamza ve Hz. Ali ile samimi taraftarlarına tarihte ender görülen bir intikam ve nefret ile saldıran, hemen peşinden kısa süre sonra “Kılıç zoru ile” müslüman olanlar, kısa süre sonra bu kin ve nefretlerinden uzaklaşmış olabilirler mi?

Eğer bu soruyu samimi cevaplamak gerekirse “Hayır” dememiz gerekiyor.

Bu kadar derin nefret duygusunun, intikam ateşinin kısa süre sonra sönmesini, bitmesini beklemek mümkün değildir.

Şayet Mekke’liler “Kılıç Zoru’ ile değilde samimi duygular ve bağımsız iradeleri ile İslam dinini benimsemiş olsalardı, bu mümkün olabilirdi. O zaman şöyle düşünebilirdik. “Bunlar İslamiyeti benimsemeden once olan yanlışlıklardır. İslamiyeti Kabul ettikten sonra bu yanlışlıkları sürdürmeleri için bir gerekçe kalmamıştır

Ancak tarihi gerçekler bize bunun böyle olmadığını maalesef ispat ediyor.

Uhud savaşında 2 kesim karşı karşıya gelmişlerdir.

Bir tarafta başını Hz. Muhammed’in çektiği İslam ordusui diğer tarafta ise başta Ebu Süfyan’ın başını çektiği ve çıkarlarının zedelenmesi korkusu ile savaş başlatan Mekke’liler.

Bir tarafta Hak, diğer tarafta batıl.

Bir tarafta son semavi din İslamiyet, diğer tarafta kin ve nefret dolu putperestler.

Bir tarafta inancı uğruna Muhacir olarak Medine’ye hicret eden mazlumlar, diğer taraftan onların geride bıraktıklarına konmasına rağmen gözleri doymayan ve sürekli onları kovalayarak savaş çıkartan zalimler.

Bir tarafta Ehl-i Beyt, diğer tarafta onların can düşmanı Mekke’liler.

Peki aradan çok değil sadece bir nesil sonra bu fotoğrafa bir daha bakalım.

Artık iktidar el değiştirmiş ve çok çeşitli haksızlıklardan sonra bir de zulümlerin ve haksızlıkların en büyüğü olan Kerbela vakası (10 Ekim 680) işlenmiştir.

Şu tarihlere ve saflaşmaya bir daha göz atalım.

 

  • 13 Mart 624 Bedir Savaşı: Bir tarafta Hz. Muhammed, diğer tarafta Ebu Süfyan,
  • 25 Mart 625 Uhud Savaşı: Bir tarafta Hz. Muhammed, diğer tarafta Ebu Süfyan,
  • 627’ da Hendek Savaşı: Bir tarafta Hz. Muhammed, diğer tarafta Ebu Süfyan,
  • 26 Temmuz 657 Sıffeyn Savaşı: Bir tarafta Hz. Ali, diğer tarafta Muaviye. Bu savaşın taraflarından biri olan Hz. Ali, Hz. Muhammed’in amcası oğlu, eniştesi, musahibi ve her şeyi. Muaviye ise Uhud savaşında Hz. Muhammed ile savaşan Ebu Süfyan’ın oğlu.
  • 25 Mart 670 tarihinde Hz. İmam Hasan hanımı tarafından, Muaviye’nin isteği ile zehirletilerek şehit ediler. Bir tarafta Hz. Hasan ve taraftarları, diğer tarafta ise Muaviye ve taraftarları. Hz. Hasan, Hz. Ali’nin oğlu, Muaviye ise Ebu Süfyan’ın oğlu.
  • 10 Ekim 680 Kerbela vakası: Bir tarafta Hz. Hüseyin ve taraftarları, diğer tarafta Yezid ve taraftarları. Hz. Hüseyin, Hz. Muhammed’in torunu, Yezid ise Ebu Süfyan’ın torunu. Her ikisinin dedeleri Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te, babaları Sıffeyn’desavaşmışlar.
  • Bir de şöyle bir açıdan bakalım.

 

  • ?  Hz. Hüseyin’in dedesi Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te Hakkı, Yezid’in dedesi Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te Batılı temsil etmiş.
  • ? Hz. Hüseyin’in dedesi Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te savunma hattında, Yezid’in dedesi Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te saldırgan.
  • ? Hz. Hüseyin’in dedesi Mekke’den göç eden, Yezid’in dedesi göç ettiren.
  • ? Hz. Hüseyin’in dedesi Mekke’yi feth edince herkesi af eden, Yezid’in dedesi ise intikam hırsı ile hanımını dahi kölesine teklif ettirebilen.
  • ? Hz. Hüseyin’in dedesi inandığı Hakk dini için her şeyini feda edebilen, Medine’ye Hicret eden, Yezid’in dedesi Mekke feth edilince inancını terk edip kılıç korkusu ile müslüman olan.
  • ? Hz. Hüseyin’in dedesi mazlumun temsilcisi, Yezid’in dedesi zalimin öncüsü.
  • ? Hz. Hüseyin’in dedesi doğrudan yana, Yezid’in dedesi yanlıştan yana.
  • ? Hz. Hüseyin’in dedesi adil, Yezid’in dedesi fırsatçı.
  • ? Hz. Hüseyin’in dedesi yoksulun umudu, Yezid’in dedesi sömürücünün umudu.
  • ? Hz. Hüseyin’in dedesi insanlara eşitlik vaad ediyor, Yezid’in dedesi kız çocuklarını diri diri toprağa gömen anlayışın temsilcileri.
  • ? Hz. Hüseyin’in dedesi birleştirici, Yezid’in dedesi bölücü ve nifak koyucu.
  •  

Şimdi bu gerçekler ışığında tabloya bir daha bakalım. İktidar artık Hz. Muhammed’in mirasçılarının ve taraftarlarının elinde değil, Ebu Süfyan’ın mirasçılarının ve taraftarlarının eline geçmiş. İktidar tümü ile el değiştirmiş. İmam’ları zehirlettiren, onlarla savaşan, hatta Kerbela vakası gibi tarihte örneği az görülen bir zulmü gerçekleştirebilen iktiadarın zulmü ve haksızlıkları bununla sınırlı kalabilir mi?

Zaten tarihe baktığımızda neredeyse tüm Hz. Muhammed’in mirasçıları olan 12 İmamlardan, 10 kişisinin şehit edimeleri bize gerçeği net bir şekilde gösteriyor.

Şu bir gerçektir ki bu anlayış iktidara tam olarak oturduktan sonra Hz. Muhammed’in İslam anlayışını tasviye etmiş, İslamiyet adına çoğu İslam öncesi putperestlerin uygulamalarını İslam adına geri getirmiş ve oturtmuştur.

Bu gün adına İslam denilen bazı uygulamalar, kapkara bir cehaleti, koyu bir şekilciliği, sevgi yerine korkuyu sunan, tahrif edilmiş, içi boşaltılmış, yalanların ve yanlışların Allahın emri adı altında gösterilen anlayışlar bütünlüğüdür. Daha doğrusu egemen kılınan anlayış budur.

İslamiyet, Medine Vesikası’nda tutanak altına alınan “Rıza Şehri” barışıdır.

Hoş görüdür.

Sevgidir.

Dayanışmadır.

Tasavvuftur.

Bir yığın güzelliklerin ve bütünlüklerin çekim merkezidir.

İslam dini, insanı var eden ve erdemlerle donatan bir inanç sisteminin bütünüdür.

Ancak Hz. Muhammed’in Hakka yürümesi sonrası git gide İslamdan uzaklaşılması ve en sonunda Ümeyyeoğullarının iktidarı almaları ile başlayan Emeviler döneminde İslam adı altında yeniden dizayn edilen İslam, Hz. Muhammed’in sunduğu ve Hz. Ali’nin de savunduğu İslam değildir.

Hz. Ali için “Efendim, Hz. Ali bu İslam için savaştı” deyimi doğru bir tespit değildir. Tesbit objektif değildir. Gerçekçi hiç değildir. Bu söylem ile biz mevcut Sünnü İslam anlayışının tümden Ebu Süfyan ve soyunun getirdikleridir demek istemiyoruz. İktiadarı ele alan Emevilerin İslama ciddi bir şekilde zarar verdiklerini ve yeniden yapılandırdıklarını vurgulamak istiyoruz.

Hz. Ali’nin nasıl bir İslam için çırpındığı? onun güzel sözleri içinde rahatlıkla görülebilir. Hz. Ali’nin tanıtmaya ve anlatmaya çabaladığı İslam ile adına İslam denilen bugünkü uygulamalar aynı uygulamalar değildir.

Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin İslamı diğer semavi dinlerin de devamı olan İslamdır. Aleviler “Biz Kalü Bela’dan (ezelden) bu yana var olan diğer dinlerin güzelliklerinin devamıyız” derken buna Kurani Kerim den de kaynak gösterirler. “De ki; Allah’a, bize indirilen kitaba; İbrahim’eİsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilen ilahi mesajlara; Musa’ya, İsa’ya ne diğer peygamberlere Rabbleri tarafından verilenlere inandık; onlar arasında ayırım yapmayız, biz O’na teslim olmuşuz , (Ali İmran: 85)

Alevilik içinde diğer semavi dinlerle örtüşen bazı inançların varlığının nedeni de budur. Allah bir olduğuna göre, onun insanlara gönderdiği elçiler, kitaplar ve sunduğu veriler “değişen koşulla r ve istisnalar hariç” bir birinin devamıdır.

Hz. Ali diğer dinlerin devamı olan da bir İslamın Veliyullahı, Halifesi, Ulu’su, lideri, bilgesi ve kudsiyetidir. Bundan dolayıdır ki Hz. Muhammed’in ve Hz. Ali’nin Rıza Kenti uygulaması, ve onun Valilere gönderdiği mektuplarda yaptığı tesbitler , Hutbelerinde değindiği özellikler, batılı ülkelere veri olup yüzyıllar sonra ancak İnsan Hakları Evrensel Beyennamesine (1948 yılında) dönüşebiliyor. Bu bile onun büyüklüğü için bir fikir vebilir.

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın.

İgili Makaleler

Son Makaleler

Popüler