1. Musahipliğin Tanımı
Arapçadan dilimize geçmiş olan “musahip” sözcüğü, sözlük anlamıyla “sohbetleşen, söyleşen, sohbet arkadaşı” demektir. Türkçe ‘lik’ soneki (suffix)
ile kavramlaşıp, Alevilikte inançsal ve toplumsal akrabalığın adı olmuş
ve heterodoks İslam (Alevilik) inanç sisteminin önemli kurumlarından
birini oluşturmuştur. Kurumun ruhsal ve ahlaki içeriği, bireysel ve
toplumsal ilişkiler bağlamlarından hareketle, onunla ilgili en az üç
açıdan tanım vermek olasıdır: İnançsal, moral ve toplumsal.
1.1 İnançsal Tanımlama
Alevi-Bektaşi
inancındaki toplu tapınmanın adı olan cemin birincil önemde kurumu,
musahipliktir. Tapınma (ibadet), toplumun üst yapısını oluşturan
değerler ve
kültür katlarından dinsel inançların baş
öğesidir. Genellikle kişinin, kendi inancının Tanrı’sına yaranması,
kendini iyi kul olarak kabul ettirebilmesi için, gösterdiği davranış ve hareketlerin bütünü olarak tanımlanır. Tapınma, inanan bireyle Tanrı arasında bir anlaşmaya varma ve bağ kurma eylemidir. Biraz açarsak; Tanrı’ya yaranma ve onun hayırlı kulu olup, ölüm ötesindeki cezalardan kurtulma ve cennetin nimetlerinden yararlanma amacı taşır.
Ortodoks
İslamın (Sünnilik) tapınmaları bireyseldir. Heterodoks İslam olarak
Alevilik-Bektaşilik tapınmayı bireysellikten çıkarmış, anlamını
değiştirmiştir.
Alevinin Kuranıkerim’i de rahmanı da
insandır ve tapınması onadır. Gördüğü Tanrı’ya tapar. “Tanrı’yı görmeseydim tapmazdım ya da görmediğim Tanrı’ya tapmam.” (Ali. ölm. 660) ve “Tanrı’yı
kendü özümüzden bildik ve hem kendü özümüzü Çalap Tanrı’dan bildik.
Okunacak en büyük kitap insandır” (Hacı Bektaş Veli) sözleri ile şu
dizelerin anlamı,
gün gibi açıktır:
Mülk yaratıp dünya düzen, ol bahçevan hemen benem
Halk içinde dirlik düzen, dört kitabı doğru yazan
Ağ üstünde kara düzen, ol yazılan Kuran benim
Kafirdürür inanmayan, evvel ahir heman benem
(Yunus Emre, ölm. 1320/21)
- Ey müminler beni ziyaret edin
- Yüzüm cemalullah sıfat bendedir
- Dört kitabım yahu, kıraat edin
- Kur’an Zebur Tevrat İncil bendedir
- (Edib Harabi, ölm. 1917)
- Ben beni bilmezdim hatır kırardım
Meğer ilmim noksan imiş bilmedim
Ben insandan başka ilah arardım
Meğer insan ilah imiş bilmedim
(Âşık Daimi, ölm. 1980)
Aleviler,
toplumsallaştırmış ve yönünü yaşama, nesnel dünyaya çevirmiş oldukları
tapınmalarında, akılcı kurumlar yaratıp bunları işletmişlerdir.
İşte,
bu akılcı ve nesnel inanç kurumlarından biri olarak musahiplik, tüm
kurum ve erkânları (kurallar kümesi) ve de zengin çeşitliliğiyle Alevi
toplu ibadetini
oluşturan ceme giriş–kabul ediliş
eylemidir. Alevilikte, yola gitmeye talip (istekli) ya da istek
uyandırılmış çiftler (evlilerse eşleriyle birlikte), rehberin (yol
gösterici) öncülüğünde, Ali postunda
(makamında) oturan pir–mürşit (öğüt
vericiaydınlatıcı dede) huzurunda, ikrar verme töreninden geçer. Bu
törene, aynı zamanda “musahip olma, kardeşlik olma veya tutma, yol kardeşi olma, ikrar verme,
nasip alma vb.”
adları da verilmektedir. Musahip olanlar, artık yola birlikte girerler;
birlikte tapınırlar. Birlikte dara durup, sorgu-sualden geçer,
yargılanırlar. Birlikte yaptıkları kabahatlerin, kötülüklerin hesabını
verirler. Birlikte lokma yer, dolu içer ve coşarak semaha dururlar.
Şah Hatayi’nin birkaç beytiyle inançsal tanımlamayı sonlandıralım:
Dinim içinde imanımdır musahip
Gönül tahtında sultandır musahip
Yolumuz incedir varabilene
Sefil gönlünde mihmandır musahip
- Yola eğri giden menzile varmaz
- Sülük içinde erkândır musahip
- Musahip yol varandır ey Hatayi
- Muhibb-i hanedanımdır musahip
- 1.2 Moral ve Toplumsal Tanımlama
Musahip
tutmuş, yol kardeşi olmuş ve Muhammed–Ali yolunun gerçek talibi olarak
ceme katılan çiftler, yeni bir erdem ve ahlaki ortama girmişlerdir.
Rehbere
teslimden itibaren başlayarak, burada
sahip olacakları moral (ahlaki) kazanımları, Şah İsmail Hatayi, bir
nefesinde şöyle dillendiriyor:
Ne yitirdin ararsın sen burada
Gel ey talip özün kul eyleyigör
Yoklamada bile olup sırada
Gel ey talip özün kul eyleyigör
- Nizamını kendi elinle tartasın
- Gözün ile gördüceğin örtesin
- Bu divandan ol divana irtesin
- Gel ey talip özün kul eyleyigör
- Sen özünü rehberine terk eyle
Marifete üçyüz altmış bag eyle
Kırk makamı dört kapıdan fark eyle
Gel ey talip özün kul eyleyigör
- Hatayi der üç türlüdür velilik
- Düşmüşlerin elin almak alilik
- Türaba yüz sürmekle olur ululuk
- Gel ey talip özün kul eyleyigör
- Demek
ki ilk koşul, toprağa yüz sürerek, özbenliğini kul eylemek ve öyle
“Hakk cemi”ne girmektir. Benliğini kul eylemeye, “özünü yumak,
arındırmak”
adını veriyor Hatayi:
Bir can bir cana özenip gelince
El uzatmayınca etek turulmaz
Rehberinden tövbe okunmayınca
Yuyma anı insanlığı bilinmez
- Kamil rehber dürür özünü yuyan
- Ol kerem kanıdır suyunu koyan
- Varıp Hak Ceminde yerini bulan
- Musahipsiz anın özü yuyulmaz
- Musahip olanın özü yuyulur
Hak Cemi’ne el-ayaksız girilir…
Yani
sürünerek, mecazi anlamıyla benliğinden sıyrılarak “Hakk cemi”ne
girilir. Ama “Hakk cemi”ni yürüten pirin–mürşitin ve bu cemi
oluşturan topluluğun huzuruna,
musahipsiz çıkılmaz. Çünkü Alevi:
Musahip olunca özünü bulur
Kahrı küfrü hep iman olur
Hak katına el ayaksız varılır
Aşinasız bir iş dürüst olamaz
Alevi
toplu ibadetine “Hakk cemi” denildiği gibi, pir huzuru da “Hakk katı”
ile eşleştiriliyor. Alevi-Bektaşi inancında “ikrar verip
nasip alma; yani, musahip tutma” töreni,
aynı zamanda bir “miraç” (Tanrı’yla buluşma) olarak değerlendirilir.
Musahiplik törenlerinde “miraçlama” nefesleri okunur. Hatta tören
bittiğinde “miracın kutlu ya da mübarek
olsun” diye birbirlerini kutladıkları bilinir. Ancak ortodoks İslam
(Sünni) inanç ve anlayışına tamamıyla terstir. Onlar bunu, mülhidlik
(dinden çıkmış) olarak
değerlenmektedir. Pir-mürşit huzuru,
“Hakk katı” olduğu gibi İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’na göre, pirlerinin, mürşitlerinin evi, Mekkeleridir. Onları ziyaret edenler, binbir kere hacı ve gazi olurlar ve günahlarından kurtulup, masum-u pak
olurlar. Zaten cemi de büyüğün-küçüğün, güzelin-çirkinin birbirine eşit
sayıldığı, kimsenin kimseden üstün olmadığı cennet olarak
tanımlamaktadır, Buyruk.
Toplu
ibadetin (cemin) müminleri melek, Müslimleri (bacılar) huridirler.
Böyle bir ortama giren musahip çiftler, benliğini öldürmüş, bireysel
çıkarlarından, kendi
nefsinden uzaklaşmış bir can bir vücut
olarak bu Tanrısal ortamda yeniden doğmuşlardır. Bu ortamda ben–sen,
biz–siz kalkmış; herkes var, hepimiz vardır. Mürşit veya pir ve hanımı
(anabacı) ana-baba,
cemdeki herkes bacı-kardeştir. Eşler
olsun, evlat-baba olsun herkes, birbirini eşit bir biçimde
sorgulayabilir. Bu bağlamda, dede diye tanımlanan cem yürütücü mürşit
veya pir de sorgulanmaktan sıyrılamaz. Hakk
katında da oturmuş olsa, böyle bir
dokunulmazlığı yoktur: “Eşikte oturan da döşekte (postta, makamda)
oturan da birdir!” Demek ki musahiplik, benliğini öldürerek hiçbirşeyi
nefsine çekmeme,
eliyle–diliyle–beliyle kimseye zarar
vermeme ve “yetmiş iki millete aynı gözle bakma”, ahlaki formasyonlar
kazanmaktır. Yüce erdemler sahibi insan-ı kâmil olma yolunda yürümektir.
Alevilik
toplu tapınmasının bir kurumu olarak musahiplik, aynı zamanda
sosyo-ekonomik yaptırımlar, yükümlülükler ve kazanımlar birleşimi ve
bütünleşmesidir. Musahip
kardeşler, kanbağı kardeşliğinin çok
ötelerinde, birbirlerine ve topluma karşı inançsal ahlaki ve ekonomik
sorumluluklar ve yaptırımlar yüklenmiş akrabalara dönüşmüşlerdir.
Şimdi, anonim İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’ndan musahip tutmanın önemi, bu akrabalığın bazı koşulları ve sosyo-ekonomik kazanımlarına
ilişkin birkaç alıntı okuyalım:
“Sufi musahip olmak erkân-i kadimdir… Her can musahip
ola. Ne maldan, ne candan ve ne de haldan birbirinden saklısı gizlisi
olmaya
ki, iki cihanda yüzleri ak, sözleri saf
ola… Bir talip musahipinden malını men eylese munafıktır, hayırları
kabul olmaz. Musahipin evine musahip teklif ile varmak ve malın teklif
ile yimek erkân değildir.
Musahip musahipin kardeşidir. Ve musahip
musahipe teslim olmazsa musahip değildir. Musahip ehli arasında birlik
gerek, ikilik gerekmez. Ben–sen demeyi ortadan kaldırıp, bir dilden ötüp
ve dört kapıda kamil
olur. Tarikat ve Hakikat yolunda bir
olmazlarsa musahip olamazlar ve ikrarları caiz olmaz.” (Krş. Aytekin
1958: Musahiplikle ilgili çeşitli kısımlar)
Buyruk’taki bu kuralları Pir Sultan Abdal’ın bir nefesinden de izleyebiliriz:
Musahip musahipe demezse beli
Ona şefaat etmez Muhammed Ali
Dünyada ahrette eğridir yolu
Söyleyen Muhammde dinleyen Ali
- Musahip musahiple nice bozula
- Sakın defterine lanet yazıla
- Balı sönmüş arı gibi sızıla
- Söyleyen Muhammed izleyen Ali
- Musahip musahipden malın ayıra
Şahı Merdan durağını duyura
Yedi tamu narın ona buyura
Söyleyen Muhammed dinleyen Ali
- Musah(i)bine kim söylese kem sözü
- Cehennem kelpinden karadır yüzü
- Dünyada ahrette eğridir yüzü
- Söyleyen Muhammed dinleyen Ali
- Musahiple bozulan Hakka kanlıdır
Atayla bozulan peygamberle kinlidir
Mihmanla bozulan yedi dinlidir
Söyleyen Muhammed dinleyen Ali
- Hak da bir kuluna eylese nazar
- Kalem divit neyler kendisi yazar
- Abdal Pir Sultan’ım güherler düzer
- Söyleyen Muhammed dinleyen Ali
- İkrar
verip musahip tutanları, hangi görevler ve yaptırımlar bekliyor? Kimler
kimlerle musahip olmaz ve olmamalıdır? Bunlar dahi, nedenleriyle
birlikte, Buyruk’ta
belirtilmiştir:
“Ölmeden
önce ölünüz. Mahşer olmadan hesabınızı görünüz. Ama nasıl olmalı
dersen; yani sizler hırsınızı, nefsinizi öldürün. Yani musahip tutup,
onunla
sırat-i mustakim üzere yola gidip malı
mala canı cana katıp, birbirine teslim olup yılda bir kez Peygamber
vekili, Cebrail Hak vekili Pir’in yamacına geçtiğinde, kabirde–mahşerde
olacak sualleri Pir ona
sual ede. Ol talip, fiili her ne ise
Pir’e ilam ede, bildire! İmdi malum oldur ki, her kişi kendi akran ve
emsali ve münasibiyle musahib olmak erkândır… Ve alim cahil ile musahip
olmak erken değildir;
alim şahindir, cahil kargadır. Zalim ile
mazlum da musahip olmak da… İmdi zalim kurttur, mazlum koyundur… Sipahi
ile rençber musahip tutmak erkân değildir. Zira sipahi kurttur, rençber
koyundur. Ehl-i
sanatlar ile avareler, evli ile
bekarlar, mürşid ile talip musahip olmak erkân değildir. Ve yiğitlerle
kocalara erkân değildir birlikte musahüb olmak; kocalar kıştır, yiğitler
bahardır… İmdi malum oldur ki,
her kişi kendi akranı ve emsaliyle
musahip olmazsa tuttukları ikrar fasihtir ve hayırları kabul değildir.” (Krş. Aytekin 1958: Musahiplikle ilgili çeşitli kısımlar)
İkrar
verip musahip tutma, farklı bir toplum yaratma destanıdır. İnanç ve
tapınmayla atılan temel üzerinde yükselen yapısıyla, soyuttan somuta
giden yol izlenerek,
herşey havadan yere indirilmiş ve
ahiretten dünyaya taşınarak nesnelleştirilmiştir. Sadece şu birkaç
alıntıda bile, Alevi toplumunun bin yılı aşkın zamandır varlığını
sürdürebilmiş olmanın gizi yatıyor. Düşününüz
ki, kanbağı kardeşlikten çok üstün
tutulan “yol kardeşliği olan musahiplik” ile tüm yerleşim biriminin
bireyleri birbirine bağlanmıştır.
2. Musahipliğin Söylencesel ve Tarihsel Kökenleri
Alevi-Bektaşi
inanç geleneği, bir talibin ikrar verip musahip tutması, yani ceme,
Muhammed–Ali yoluna girmesini (törenini), Muhammed’in miraç dönüşünde
Kırklar Meclisi’ne kabul edilişine
bağlamaktadır. Bunun içindir ki, “Görgü cemi”, diğer adıyla “Ayin-i
Cem”e (Bu gerçek inançsal cemin dışında, eğitici-öğretici karakterli
Abdal Musa
cemi, Oniki Hizmet Görme ya da Muhabbet
Cemleri vb. adları altında temsili cemler de yapıldığını vurgulamak
gerekir) “Kırklar cemi” de denir.
2.1 Musahipliğin Kökeninin Kırklar Meclisine Bağlanması Üzerine
Anonim İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’nda,
musahipliğin kökenine ilişkin birçok göndermeler bulunmaktadır.
Örneğin, Kırklar
Meclisi’ne ilişkin anlatılanlar, yani
Muhammed’in miraç dönüşünde bu meclise kabul edilişi sırasında yapılan
“Kırklar cemi”nin, hem “Görgü cemi”, hem de musahiplik töreninin
kökenini oluşturduğu görüşü, söylencesel
(efsanevi, mitolojik) anlatım biçimiyle akılcı (rasyonel) kabul
edilemez. Ancak, derinliklerinde nesnel gerçek yatmaktadır. Onu
derinlere iten akıldışı örülmüş duvarları
sökerek, hayali ve doğaötesi konulmuş
taşı-toprağı temizleyerek ortaya çıkarmak gerekir.
Mélikoff, musahipliğin kökeni konusunda,
“Nasıl
ki Âyin-i Cem, Kırkların Cem’i olan Arş’da yapılmış bir merasimin yerde
tekrarlanışı ise, Musâhip merasimi de, zaman ve mekan ötesinde
yapılan bir merasimin yeryüzündeki
izdüşümüdür” (Mélikoff 1993: 93-94)
diyor.
Geleneksel din ve inanç bağlamında ve tamamıyla idealist bir yargı bu.
Biz, ne Kırklar Meclisi’nin göksel bir meclis olduğunu ve ne de musahip
töreninin, zaman ve mekân ötesinde
yapılmış bir merasimin izdüşümü gibi gösterilmesini, kabul edebiliriz.
Bilim
adamının söylencelere yaklaşımı ve yorumu bu tür olması doğru mudur?
Bir dedenin ve sıradan bir gelenekçi Alevinin inanç ve düşüncesinden
farklı olmayan bir
yaklaşımdır bu, bizce. Yaklaşımın
dayandırıldığı anachronic
efsanevi öyküde Cebrail’in, onlara helva pişiren meleklerin
tanıklığında, Adem’in beline kuşak (kemerbest) bağlayarak musahip
oldukları anlatılır. Helva ve ekmek yerler. Ayrıca orada bulunmayan
Havva’nın lokmasını ayırırlar. Birden çağlar aşılıp Muhammed Peygamber
ve Ali zamanına gelinir. Cebrail, Tanrı’nın buyruğunu Peygamber’e
ulaştırır. Sonra Muhammed–Ali’ye kuşak kuşatıp, onları musahip yapar.
Sonra Muhammed, birlikte minbere çıkarak, Ali’yi kendi gömleğinin içine
sokar ve bir can, bir vücut olurlar. Burada Muhammed, “Ya Ali! Etin
etimden, ruhun ruhumdan, cismin cismimden ve kanın kanımdan” der. Sonra
Muhammed’in huzurunda Ali, Selman-ı Farisi’ye ve Kanber’e kemerbest
bağlar. Arkasından peksimet yağ ve helva gelir. Orada bulunmayan Fatıma
ve oğullarına payları ayrıldıktan sonra, lokmayı paylaşarak yerler.
Buyruk’taki, “…Ve musahip olup iki gönlü bir etmek ve bir gömlekten baş çıkarmak, Muhammed ile Ali’den kaldı vb.”
söylemleri de sadece, musahiplerin bir can, bir vücut olduğu vurgusunu
kuvvetlendirir. Yukarıdaki öykünün ikinci bölümü bunu işaret etmektedir.
Musahipliğin kökenini anlatmaktan uzak ve Kırklar Meclisi’yle de
ilişkili değildir. O çok iyi bilinen, “Veda Haccı” sırasındaki Gadiri
Hum olayının, İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’na söylencesel yansımasıdır bu.
Bilindiği gibi olay, Peygamber’in ölümünden yaklaşık bir yıl önce
gerçekleşmiştir. Muhammed’in, Ali’yi kendisine ardıl (halef) tayin
ettiği (tartışılan) olaydır. Musahipliğin kökeniyle de hiçbir ilgisi
yoktur.
Görüldüğü
gibi ne bu tarihsel olayın ve ne de miraç ile ilişkili gösterilen
Kırklar Meclisi’nin göksel, yani metafizik bir yanı yoktur. Akılcı
düşündüğümüzde,
o dönemin sosyo-ekonomik ve siyasal
koşullarını göz önünde tutarak baktığımızda, Kırklar Meclisi’nin ya da
en azından gizli bir meclisin var olduğu gerçeği yadsınamaz. Muhammed’in
miracı, İslam
tarihçilerine göre 618 ile 620 arasına
tarihlenebiliyor. Bu yıllar, Peygamber ve kabilesinin, İslama ilk
inananların, en sıkıntılı ve baskı gördüğü yıllardır. Ekonomik boykot
içinde olduklarından, büyük yoksulluk ve
açlık çekiyorlardı. Çünkü, birkaç yıl
önce varlıklı karısı Hatice ve hemen arkasından, Müslüman olmamasına
rağmen, kabile yasalarına göre, kendisini koruma altına almış olan
amcası Ebu Talip de ölmüş bulunuyordu.
Yine kabile geleneklerine göre talep
ettiği “aman hakkı”nı Mekke’de hiçbir aileden alamayınca, Taif’e göç
etme girişiminde bulunmuş; ama taş ve sopalarla karşılanmıştı. Muhammed
buradan, ölen
karısı Hatice’nin akrabalarının verdiği
“aman hakkı” ile Mekke’ye geri dönebilmiş ve işte onların korumalığı
altında bulunurken, miraç olayı yaşanmıştır.
Son
üç yıl içinde, Yesrib’li (Medine) hacılar aracılığıyla, “Üç Akabe
Biatı” anlaşma ve konuşmaları sonunda, 622 yılında Medine’ye göç etti
Muhammed. Büyük olasılıkla Kırklar
Meclisi, bu baskı ve sıkıntılı yıllarda, çok gizli çalışmalar gerektiren
yıllarda kurulmuş ve görev yapmıştır. Başlarında 20–22 yaşlarındaki
Ali’nin bulunduğu, hem
Peygamber’i koruyan (Ali’nin,
Peygamber’in evini basarak öldürmeye gelenlere, onun yatağında yatıp,
hayatını ortaya koyarak karşı durduğunu anımsayalım), hem çeşitli
yollarla abluka altındaki
Müslümanlara yiyecek içecek sağlayan ve
Yesriblilerle ilişkileri geliştiren; etkinliklerini ve toplantılarını
gizli yürüten bir örgüttü. Muhammed’in miraç dönüşünde ilk kez bu
meclise uğrayıp, yaşamış olduğu
göksel visionu
onlara anlatması ve onlardan Tanrı’yı gördüğünü herkese yaymalarını
istemesi de misyonun bir parçasıdır. Bunların arasından
oniki kişinin tebliğci olarak Hicret
olayından önce Medine’ye gönderilip, onlara İslamı öğrettikleri, orada
bir Müslümanlar kolonisi kurdukları biliniyor.
Mekke gibi
zengin ticaret toplumunun, kutsal inançları ve tüm değerler sistemini
altüst eden İslam dininin ilk mensupları, elbetteki gizli bir örgüt
gibi çalışacaktı. Bu bağlamda
araştırmacı ve tarihçilerin, olayın bu yönünü görmek istemeyip, Kırklar
Meclisi’ni ya toptan yadsımaları, ya da hayali “göksel meclis” gibi
değerlendirmelerini doğrusu yadırgıyoruz. Bu gizli meclis, özellikle Mekke ticaret aristokrasisi dışındaki yoksul kabile mensuplarını, Bedevileri ve yerliyabancı emekçi köleleri İslama çekebilmeleri için, yeni ve eşitlikçi, paylaşımcı bir sistemi öngören inanç ve toplu tapınma kuralları yaratmışlardır.
Bu bir avuç insan, din kurucusunun
önderliği ve kendilerini güvencede tutacak bir hizmet dağılımında,
gizlice toplanıp, tapınıyor; konuşup, tartışıyor ve kendi kendilerini
eğitiyorlardı. Öbür yandan Hicret (göç)
etmeye karar verdikleri, Yesrib (Medine)
tarımla uğraşan bir kabileler konfederasyonuydu ve toprağı ortak
kullanıyorlardı. Ayrıca bazı kabileler Musevi olduğu gibi aralarında
yaşayan Hırıstiyanlar da bulunuyordu. Bu
nedenlerden dolayı, sığınma durumunda
kalacakları bu topluma uygun değerler de geliştirmeliydiler. Böylece
“Kırklar” söylencelerinde günümüze kadar ulaşan (o simgesel) bir üzüm
tanesini kırka bölmek ya
da ezip şerbet yaparak, kırk kişinin
tatmasını sağlayacak bir bölüşümcülük ve birine neşter vurulunca
hepsinde aynı acıyı duyuracak, kan çıkartacak kardeşlik ortamı oluştu bu
mecliste. İçlerinde Selman-ı Farisi gibi
Zerdüştlüğü–Mazdekizmi, Manihaizmi,
Musevilik ve Hıristiyanlığı çok iyi bilen, bu dinlerin bir kısmına girip
çıkmış, bilge öğretmen ve annesi Bizanslı bir köle olan Musab b. Umeyr
gibi, bir başka tebliğci
öğretmen vardı. Bu sonuncusu,
Peygamber’den önce Medine’ye gidip, orada bir İslam cemaatı kurarak
ortamı hazırlayanların başında geliyordu. Demek ki, ancak Kırklar
Meclisi’ni gökten yere indirip,
tarihsel nesnelliğe kavuşturduğumuzda,
görgü cemi ve musahiplikle köken ilişkisi, akılcı bir taban bulur.
Sözünü
ettiğimiz Mekke ortamı içerisinde, miraç olayıyla birlikte gizlice yeni
değerler geliştirmiş olan bu meclis, düşünce, birikim ve deneyimlerini
Medine’de Muhammed peygamberin
yönetiminde uyguladı. Ünlü “Medine Vesikası”nın ikinci maddesiyle,
tarihe mal edildi. Böyle bir meclisin Mekke denemelerinden,
etkinliklerinden hiç söz etmeyen, ki
zaten Sünni İslam araştırıcılarının
Kırklar Meclisi’ nden söz edenlerine şimdiye kadar rastlamış değiliz.
Peki Alevi inanç geleneğine neden girmiş ve nasıl bugüne kadar
gelebilmiştir? Bu, hiç sorgulanmadan
yadsınmıştır. Çünkü, heterodoks İslam
(Alevilik) tarihine, hep ortodoks açıdan bakılmıştır. Ortodoksizmin
(Sünniliğin) inanmadıkları kurumlar, yok sayılagelmiştir. Muhammed
Hamidullah bu uygulamayı şöyle anlatıyor:
“Mekkeli
muhacirler için Hz. Peygamber bir genel toplantı tertipledi. Bu
toplantıda her çalışan, eli iş tutan Medineli Müslümanın (Ensar), bir
Mekkeli
Müslümanı (Muhacir) ‘kardeş
edinmesi’ teklifinde bulundu (Muahat Anlaşması). Buna göre iki tarafın
aile mensupları, bu suretle ortaklaşa çalışacak,
kazanacaklar ve hatta öz kardeşler,
yeğenler ve başka akrabalar bertaraf etmek suretiyle birbirlerinin
mirasçısı olacaklardı. Herkes gönül rızasıyla teklifi kabul etti.
Peygamber çeşitli yeteneklerin dengeli bir
biçimde eşleştirilmesi için, bu
kardeşleştirme hareketini bizzat idare etmiştir. Bulunan bu çare, bu
usül senelerce devam etmiş…” (Hamidullah 1992: 102-103)
Bu,
çok büyük olasılıkla, Mekke’de de yapılmış olan yeni dine, İslama giriş
töreni olabilir. Aynı zamanda bir çeşit mal ve can ortaklığında
güvenceye alınmış,
kurumlaştırılmış toplumsal ve ekonomik
kardeşlik, akrabalıktır. Mekkeli ticaret adamı Abdurrahman Avf’a, onunla
kardeş olmak isteyen Medineli tarafından yapılan; ancak, onun kabul
etmediği ve günümüze ulaşmış
teklif oldukça ilginç görülmektedir:
“Benim
arazim şudur; yarısı senin, yarısı benim. İki zevcem var birini seç,
boşayayım sen onunla nikahlan! Hattap oğlu Ömer ise, kardeşleştiği
Medinelinin
tarlasına çalışmaya giderek, onu
Muhammed’in hizmetine ve onun tebliğlerini dinlemeye göndermiştir. ” (Engineer 1980: 97, 99-105)
Bazı
kaynaklara göre, ilk yıllarda Muhacirin ve Ensar’dan kardeşlik
sözleşmesi yapan kişilerin 45 (yani 90 kişi kardeşleşmiş), bazılarına
göre 150 (bu sayıya
göre kardeşleşen 300 kişidir) olduğu
söylenir.
Konuyu
daha fazla uzatmadan diyoruz ki; Alevilik toplu ibadeti kurumlarından
ve özü “canı cana, malı mala katmak”, yani mal ortaklığı ve sevgi
bütünleşmesi, diğer bir deyimle maddi ve
manevi birlik olan musahipliğin gerçek tarihsel kökenini, ilk dönem
Medine İslamlığının bu kardeşlik uygulamasında aramak gerekir. 7.
yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşmiş bu
uygulamanın anısını, heterodoks İslam
(Alevilik) musahiplik kurumuyla 21. yüzyıla kadar taşımıştır.
2.2 “Yola Giriş” ya da “İkinci Doğuş” Olarak Musahiplik ve Bunu Tanımlayan İlk Yazılı Kaynak
Her durumda musahiplik, ikrar vererek “yola girmek (Süluk)”
olarak tanımlanabilir. Yolun ilkelerini ve yükümlülüklerini kavrayacak
yaşa gelmiş evli ya da bekâr adaylar,
ikrar verip musahip tutarak, yol oğlu-yol evladı olurlar.
Alevilikte-Bektaşilikte Muhammed–Ali yoluna girmek “yeniden doğmak ya da
ikinci kez doğuşa ermek”
sayılıyor.
Edib
Harabi bir nefesinde, sıkışıp kaldığı tehlikeli dar boğazdan, ikrar
verip, yola girdiği 17 yaşında ikinci kez doğuşa ererek, kurtuluş imkânı
bulduğunu
söylüyor:
Peder ve validem oldu bahane
Merecül bahreyni yeltekiyane
Bin ikiyüz altmış dokuzda kane
İriştim zahiren geldim cihane
- Berzahtan kurtulup çıktım aradan
- Onyedi yaşında doğdum anadan
- Muhammed Ali Hilmi Dedebaba’dan
- Çok şükür hamdolsun geldim imkane
- Berzahtan kurtulup çıktım aradan
Onyedi yaşında doğdum anadan
Muhammed Ali Hilmi Dedebaba’dan
Çok şükür hamdolsun geldim imkane
Mehmed Ali Hilmi dedebabadan ikinci kez doğmadan önceki yıllarda geçen radikal Müslüman yaşamından, bakınız nasıl hayıflanıyor:
Ben Müslüman iken ah
Aptestimi alırdım
Taştan duvara karşı
Bir yatar bir kalkardım
- Terkeylemezdim asla
- Savm u salatı zira
- Allaha vasıl olmak
- Böyle olur sanırdım
Sevdası vardı dilde
Bu hal ile meğer ben
Haktan uzaklaşırdım
- Beş vakte beş katardım
- Pek çok namaz kılardım
- Camileri gezerdim
- Bihude uğraşırdım…
- Camileri,
mescitleri dolaşırken, bir başka tapınma evi ile karşılaşıp, içeri
dalan Edib Harabi, orada şaşkınlık içinde miracını yaşayarak Tanrı’yı,
peygamberi
görüyor. Hangi yöne dönse Mansur
gibi “Enelhakk (ben Tanrı’yım), Tanrı’dan ayrı değilim” diye haykırıyor.
Burası mürşidi Mehmed (Muhammed) Ali Hilmi dedebabanın dergahıdır:
Mescit sanıp da bir gün
Bir deyre dahil oldum
Anda görünce Hakla
Peygamberi şaşırdım
- İman ü dini küfre
- Orda hemen değiştim
- Her canibe Enelhak
- Mansur gibi çağırdım
Merdiiman köyünde
Şahkulu dergehinde
Miraca nail oldum
Bir haylice zamandır
- Bir postun postnişini
- Hilmi Dede Baba’yi
- Göçtü diyen olursa
- Bil ki sözü yalandır
- Yine Bektaşi ozanlarından Münire Bacı:
Erkân ile yürürüm
Yol ehlinin kuluyum
Ben bir erin oğluyum
Hayderiyem Hayderi
- Doğdum iki anadan
- Mürşitim imdad eden
- Kimdir beni dahleden
- Hayderiyem Hayderi
- derken,
ikinci anasının; yani, kendisini ikinci kez dünyaya getiren kişinin
mürşiti olduğunu açıklıyor. Münire Bacı, yol ehli olan mürşitinin yol
evladı olduğu kadar, onun
bir kulu gibi görünmekten
yüksünmüyor. Dergâhta, mürşitinin huzurunda miraca nail olduğunu
söyleyen Harabi de farklı birşey açıklamıyordu.
Bu kavramın heterodoks İslamda (Alevilikte) ilk ortaya çıkışı, erken (proto) İsmaililere dayanmaktadır. 879 yılında Güney Arabistan’a gönderilmiş ilk İsmaili daisi Mansur el Yaman (ölm. 914) olarak bilinen İbn Havşab’ın, “Kitab al-alim wa’l-Ghulam
(Bilgin ve Öğrencisinin El Kitabı)” adı altında yazdığı, İsmailiye
inancına girişin ilkelerini belirleyen yapıtta bu yola girişi, “yeni bir
isimle, ikinci ya da yeniden doğuş” olarak tanımlandığını görüyoruz:
İsmailikte, Balagh (yetiştirme)
olarak bilinen giriş olayında, bedellerin ödenmesini de gerektiren
derecelerin ya da aşamaların bulunduğu görülür, diyor. Örneğin, Kitab al-alim wa’l ghulam,
bu giriş sürecinin çok önemli
ayrıntılarını içermektedir. Dereceler sorunu ise, İbn Rizam-Akhu
Muhsin’in açıklamalarında belirtilir. Ancak Daftary’nin, İsmaili karşıtı
kaynakların bildirdiği gibi, yedi
yahut dokuz derece olarak saptandığına
dair kesin bir kanıt yoktur (1)demesi, doğru değildir. Çünkü, Proto-İsmaililer olarak bilinen Karmatiliğin kurucusu Hamdan
Karmat’ın kayını ve inancın teorisyeni dai Abdan Balagat adlı
yapıtında yedi dereceden söz etmektedir. Kuşkusuz burada
Daftary, ortodoks olan Fatımi İsmaili
kaynaklarını esas almıştır. Aşağıda belirteceğimiz gibi aynı şekilde
musahip tutup yola girinceye ve bir pir’e–mürşite talip oluncaya kadar
geçilen bazı aşamalar
vardır.
881’de tek başına Yemen’e ulaşmış ve iki yıl gibi kısa bir zaman içerisinde, gizli çalışmalarıyla kendisine yandaş toplayarak İsmaili Dava’sını açıkça yaymaya başlamış olan dai Abu’l
Kasım al-Hasan b. Faraj b. Hawshab, Yemenli Mansur (Mansur al Yaman)
unvanıyla ün kazandı. Erken İsmaililiğin bu ilk büyük propagandacı daisi Mansur
al-Yaman’ın yapıtı hakkında, Henry Corbin’in araştırmalarından yararlanarak, burada kısa bir özet vermeye çalışacak ve bir karşılaştırma yapacağız. Risalat al-alim wa’l gholam adıyla tanıttığı kitabı, Corbin, “yeni giren kişiyi (neophyte)
yola götüren ve onu Batıni toplantısına [yani ceme] kesin kabul edilişe
kadar eğitip yetiştiren aşamaları anlatan, kısacası yola girişin
romanı” diye tanımlamaktadır. Karşılıklı konuşma ve soru yanıt biçiminde
kaleme alınmış bu küçük romanın temel kişileri, bilgin ya da öğretmen
(al-alim) Abu Malik (Pater regis) ile öğrenci ya da yeni yetme oğlan (al-ghulam) Salih (İdoneus)’tir.
İran
taraflarından gelmiş, yaşlı bir dindar gezgin görünümü içinde kendisini
gizleyen Abu Malik, sofu bir Müslüman kalabalık içinde konuşmaya
katılır. Bir genç, hiç
kimsenin hayal bile edemiyeceği, hatta
cesaret edemiyeceği sorular sormuştur. Böylece, aralarında gittikçe
gelişerek yükselen ve gencin merakını sürekli uyarıp, gerilimde tutan
bir diyalog dizisi açılır.
Yeni yetme gence açıklanan sadece zahir (dışsal görünüm) ve batının
(içselliğin) karşıtlığı değil, daha
fazlasıdır. Batıninin batınisi (batın al-batın) öğretilir; içselliğin,
içanlamların da içine girilir. Anlatılan hierokosmos (kutsal evren), İsmaili deyimiyle, maddesel ve ruhsal evren arasındaki (intermédiaire) üçüncü dünyayı tanıtan anahtarın teslimidir. Göksel kademelerin taklidi (l’imitation des hiérarchies célestes)
üzerine yapılanmış, “güçlü bir meleksel dünya, iktidar cenneti”dir. O
zaman, öğrencide, değişim başlar; kendisinde, güçlü bir var olma duygusu
uyanır. Ellerinde bu güçlülüğün, anahtarlarını tutan kişiyi; yani,
İmam’ı görmek ve tanımak isteği şiddetlenir. Tam bu anda, öğretmen
ortalıktan kaybolur. Hem öğretici, hem rehber durumundaki Abu Malik,
yetiştirdiği gencin ceme kabul edilme zamanının geldiğini bildirmek ve
kendisine danışmak üzere yüksek derecedeki daiye; yani, pir’e gitmiştir.
Burada,
öğrenciyi büyük değişime uğratan ve onda çok güçlü bir varoluş duygusu
uyandıran Batıni bilgileri, biraz açmak yerinde olacaktır. H. Corbin’in,
“Bilgin ve Öğrenci (al-Alim wa’l Ghulam)” kitabını özetlerken, dipnotlarda verdiği aynı yapıttan alıntı bilgiler, Alevi-Bektaşi
inancının Batıni kökenlerine de ışık tutmaktadır:
“Yazarımız
[Mansur al-Yaman] zahiri bilginin hayvansı dereceyle, Batıni bilginin
insanlık derecesiyle uyuştuğunu da belirler Ona sahip olmak, gerçek
inanan; yani, gerçek anlamda insan
olmaktır. Sonunda Batıninin batınisini öğrenme ise, meleklerin sıfatı.
Onu elde etmek, bilgiye göre, ruhsal varlığa; fiziksel görünümüne göre
de tam anlamıyla bir insana dönüşmek;
tıpkı melekleri gizleyen örtü (hijab
al-Mala’ika, al Alim... s. 96) diye tanımlanan Tanrı’nın peygamberi gibi
olmaktır. Yola girişin (aşamalarının), genç adayı götürdüğü meleğe
dönüşüm
(L’angélomorphose), sonuçları mükemmel
bir biçimde saflık-dürüstlük doğuran bir insanbilimi öngörmektedir. Bu
dünyada gerçek ve doğru anlamda (au sens réel et vrai) sadece iki insan
tipi vardır:
1) Alim Rabbani (İşrakilerin
hakim mota’allih’ini karşılar, yani Tanrısal-felsefe (théosophianique)
bilgini): Bu kişi, bilginin
doruğuna ulaşmış ve onun ruhu, mutlak
doğruluk ruhunu, deneyimsel olarak özünde gerçekleştirmiştir.
2) Mota’allim: Yolu ve melek kudretinde gelişmeyi araştıran öğrenci. Kısacası herşey, sadece mecazi olarak saf ve dürüst bir insanlıktan
(agy, s. 97) başkası değildir.” (Corbin 1982: 147, dipnot 181)
Ortadan
kaybolmuş olan Abu Malik, kısa bir süre sonra, “şefkat kapılarının,
sonuna kadar kendisine açılmış olduğunu” öğrencisine haber vermek için,
geri
gelir. İkisi birlikte, öğrencinin doğal
babasına seyahatı bildirip, “şefkat eşiğine” doğru yola çıkarlar.
Burada
aynı zamanda, büyük değişim; yani, yola giriş töreni başlar. İlk
geceyi, toplantıya katılmış olanların arasında dostça, bilgi ve
erdemlerini artıran
sohbetler yaparak geçirirler. Şafak
söker sökmez kalkıp, büyük Şeyh’in (pirin) evine gelirler. Meclis yerini
almış; yani, cem tutulmuştur. Pirin törensel bir öğütünden, bir duadan
sonra, giriş ayininin
yapılışına biçim veren diyalog başlar.
Doğal doğuma göre verilmiş adının, gerçek adı olmadığı; yeni doğuşa
erecek kişiye yol gösterme işlemi tamamlanır. Bu an içinde, isimsiz biri
olduğu, gence kabul ettirilir ve
“yeni doğmuş” ruhani durumuna uygun bir
isim saptanır. Gencin gerçek adı, artık yola giriş adıdır. Bu yeni ad,
onun yaratıcısı, Tanrı’sı olacak. Bu ada, dolayısıyla adı kendisine
veren ve artık ait
olduğu pir’e hizmet edecektir (tıpkı
Bektaşi ozanı Münire Bacı’nın dediği gibi “Bir erin oğlu ve yol ehlinin
kulu” olacaktır). Doğum gününü (Dies Natalis)
belirleyecek olan isimle alacağı rütbe, yedi gün sonra verilir.
Cemaatin ortasında pirin yeni isim vermesine geçmeden önce, büyük pir
(P) ile kendisine takdim edilen genç talip (T) adayı arasındaki konuşma
metninden bazı parçalar vermek istiyoruz:
“P.– Ey genç adam! Bir Tanrı peygamberi gibi sana gelen bir arkadaş tarafından yeğ tutuldun ve çok sevildin. Senin adın nedir?
T.– Tanrı kulunun oğlu, küçük bir kul (Ubeydullah ibn Abdullah)
P.– Bu ad senin niteliklerini betimliyor ve biz daha önce ondan bahsedildiğini duymuştuk...
T.– Ben özgür bir insanım, bir Tanrı kulunun oğluyum.
P.– Öyleyse, kim seni kölelikten azat etti de özgür oldun?
T.– (Kendisini yetiştireni göstererek) Bu bilgin.
P.– Görmüyor musun? O bile bir köledir, sahip değil ki, nasıl seni serbest bıraksın?
T.– Gerçekten de yapamazdı.
P.– O zaman adın nedir, onu söyle!
T.– (Boş yere yanıt araştırır)
P.– Genç adam! Birşey, bir isme sahip değilse, nasıl tanınacaktır? İsmi olmayan herşey, yeni doğmuş biri gibidir.
T.– Ben senden doğdum, öyleyse bana isim vermek de sana düşer.
P.– Yedi gün geçince bunu yapacağım… Sana verilen ad senin Tanrı’n, sen onun kulu olacaksın… (al-Alim… s. 101-102)” (Corbin 1982: 149-150)
Bu alıntıdan sonra, Corbin şu kısa değerlendirmeyi yapıyor:
“Bir
karşılaştırma yapılırsa, tarikata giriş ismi alma İran sufizminde 18.
yüzyılın sonlarına kadar sürdürülmüştür. Özellikle, İmam’la inanç
ilişkisini açıklayan bir sıfat ya da
isim kullanılırdı. Örneğin Nur Ali Şah (Ali Padişahın ışığı), Meczub Ali
Şah (Ali Padişahın delisi), Mest Ali Şah (Ali Padişahın sarhoşu) vb.” (Corbin 1982: 149-150, dipnot 183)
“Görgü
Cemleri”nde, musahiplik töreninden sonra, yola girmiş taliplere “Donun
kutlu olsun!” da denir. Bu kutlama ve iyi dilek, önce pirinden
ve rehberinden gelir. Oniki hizmet
sahipleri ve cemdeki tüm canlarla niyazlaşırken, tek tek donlarını
kutlarlar musahiplerin. Bu don değişimi, yeniden doğmak ve bir daha
değişmeyecek olan yeni bir kişilik
kazanmaktır. Yeni ad alma, don değişimi
kavramı içinde yol ehline dönüşmek, gerçek talip olmaktır. Ama yukarıda
Edib Harabi örneğinde görüldüğü gibi, “yeniden doğma ve yeni isim alma”
kavramlarını
kullanılması da süregelmiştir.
Bahriye
binbaşısı Edib Harabi, “On yedi yaşında doğdum anadan / Muhammed Ali
Hilmi Dedebaba’dan” ve “Namım Edib idi Harabi oldum / Erenlerin
ayak türabı oldum” dizelerini, Mansur
al-Yaman’ın “Al-Alim wa’l Ghulam” kitabından tam binyüzyıl sonra yazmıştır. O kitapta, aynı yaşlardaki Salih depirine, “Ben senden doğdum, Öyleyse bana bir isim koymak sana düşer” demişti. Arada hiç inanç, algılama ve uygulama farkı var mıdır? Yine bu kitabın yazılışından yaklaşık iki yüzyıl sonra, Alamut Nizari İsmaili devletinin kurucusu Hasan Sabbah da 17 yaşında İsmaili
inancına girişini yaparak “yeniden doğacak” ve bütün dereceleri geçerek en büyük dai olarak insan-ı kâmil makamına yükselecektir.
Öyküdeki Salih’in, yeniden doğuşa erişi, yani ikrar vermek ve yola girmek için pirle büyük dai
ile buluşması, yedinci günün bitiminde gerçekleşir. Cemaatin ortasında
tören tamamlanır. O anı metin bize sadece şu sözlerle anlatıyor:
“Şeyh,
öyle şeyler söylemeye başlar ki, onları ne kalem yazabilir ve ne de
muhayyile keşfedebilir. Bu şeyler inançsızlık [kâfirlik] bilincine
bağlanabilir.
[Edib Harabi’nin, “İman ü dini küfre /
Orda hemen değiştim” dizelerini anımsayalım!]” (Corbin 1982: 149-150)
Ancak
metin, bu büyük sırrı bildirmez. Kitabın ortodoks düşmanlarından
birinin eline düşmesinden korkulmuş olmalıdır. Bu nedenle, “Özel ad
verme
töreninin” içeriği hakkında doğrudan
bilgi edinmek olasılığı ortadan kalkmıştır. “İmam yoluna bu kararlı
giriş anı”, “kendi özünü (nefsini) bilen, Tanrı’sını bilir özdeyişinin
sırrına
erme bilincinin uyanışıdır.” 2
Corbin, aynı sayfalarda verdiği bir dipnotta, yola giriş töreninde büyük dainin
konuştuğu, “kalem yazmayan ve hayal edilemiyen
şeyleri”, büyük sırrı, analoji
yöntemiyle açıklamayı deniyor. Vardığı sonuç, musahipliğin tarihsel
kökenini açıkladığı gibi anlattıklarının günümüz Aleviliğinin inanç ve
anlayışıyla aynı; ama artık sır
olmadığını da görüyoruz. 16. yüzyılın
ilk yarısında yaşamış bir İsmaili daisi olan Muhammed Rıza b. Sultan Hüseyin Harati (diğer adıyla Heratlı Hayırhah) tarafından yazılmış bir risaleden (3)
kaynaklanan bilgileri kısaca özetleyelim. Bu bölümde Corbin, başlarda
ortodoks İslam hac rituellerini kısaca tanımladıktan sonra,
“işte
bu hac tapınmalarının tevili (serbest yorumu), yola giren kişinin
ruhsal değişimine bağdaştırılır. Kabe’yi ziyarete gitme; yani, ortodoks
İslamın geleneksel hac farzı, derece
derece kaldırılmıştır. Hac, Mustacib’in, davete cevap verenin, bu ilk
dereceden, Huccet’e, İmam vekili olan büyük daiye [pir–mürşit]
ulaşmaktır. [Yukarıda İmam
Cafer-i Sadık Buyruğu’ndan verdiğimiz,
“pirlerin mürşitlerin evi taliplerin Mekkeleridir. Pirlerinin
mürşitlerinin evlerini ziyaret etseler binbir kere hacı ve gazi olup,
bütün günahlardan kurtulur,
masum pak olurlar” gibi nesnel inanç
serbest yorumlarının teviller temellerini açıkça görüyoruz.] İhram
giymek, dinin zahiri biçimine inananların oluşturduğu (Sünni) toplumdan
ve dinsel pratiklerinden
uzaklaşmaktır. Kabe’nin çevresini
dolaşmak (tavaf etmek, circumambulation) ise, büyük daiye [pir–mürşit]
doğru (gidiş) hızını gösterir. (Kalam-ı Pir, Tekst’ten s. 96) Yine
sofizmdeki yola giriş
törenleriyle benzerlikleri de
gösterebiliriz: Özel abdest almalar, giysi değiştirme, yeni isim verme,
mistik kadeh kaldırma [ikrar dolusu içme], İsmailizmle ayinsel
benzerliklerini ortaya koyar. Moğol istilalarından
sonra, kendine özgü İsmaili yola giriş
törenlerinin fizyonomisini, İran Şii sofizmi ödünç almıştır.” (Corbin 1982: 149, dipnot 184)
Corbin’in, “Al-Alim Wa’l Gulam”da anlatılmayan “sırları”, analojilerle açıklamaya çalışması,
Aleviliği-Bektaşiliği incelemediği ve musahipliği bilmediği için, yeterli değildir. Mustacib’in Huccet’e
ulaşıncaya
dek geçirdiği derecelerini, hac tapınma
ritüellerine indirgenmesini büyük sır gibi gösteriyor. Oysa yukarıda
belirttiğimiz gibi görgü ceminde ikrar verip, yola giren musahip
çiftlerin miraç yaşadıkları; yani, Tanrı
katına çıktıklarına inanılır. Harabi, “…
Anda görünce Hak’la / Peygamberi şaşırdım… Her canibe Enelhak / Mansur
gibi çağırdım” dizelerine, Alevi inancının felsefi tanımlamasını çok güzel sığdırmıştır.
Edib
Harabi’nin, yeniden doğuşa ulaştığı mekânda Tanrı’yı peygamberi
bulduğunu söylemesi, sıradan değildir. Her yöne baksa, gördüğü
Tanrı’dır.
Ortodoks İslamın küfür; yani, kâfirlik
dediği ve “kalemin yazamıyacağı, hayalin keşfedemeyeceği” büyük sır
budur: İnsana secde etmek, Tanrı’yı insanda görmek. Bunun en açık bir
biçimde
tanımlamasını yapan Hacı Bektaş
Veli’dir:
“Eğer
muhiblere sorsalar kim, Tanrı’yı nice bildiniz? Pes, muhibler cevap
vereler kim, kendü özümüzden bildik ve hem kendü özümüzü Çalap
Tanrı’da bildik (kendi özümüzden
Tanrı’yı, Tanrı’dan da kendimizi bildik).” (Aytekin 1954: 27)
3. Musahipliğin Oluşmasındaki Aşamalar ve Törenler
İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’nda:
“Allah,
Muhammed, Ali ve onun onbir evladına hakbir demekle, müminler şeriat,
tarikat ve marifet kardeşidirler. Ama Hakkı insanda, insanı Hakda gören;
ehl-i Hak ile insan-ı kâmil nazarında
muhabbet eden hakikat kardeşi olur” (Krş. Aytekin 1958: 139)
denilmektedir.
Çeşitli yönlerden tanımını yapmaya ve kökenini araştırmaya çalıştığımız
musahipliğin, yol kardeşi olmanın amacı, işte bu “hakikat
kardeşliği” derecesine ulaşmaktır. Yani
Tanrı’yı insanda, insanı Tanrı’da görerek, tümüyle benlikten sıyrılıp,
Hakk ile hakk olmuş topluluğun ve önderinin (pir–mürşitin) huzurunda
sevgiyle
birleşip, kenetlenmektir. O zaman
bireysel çıkarlar ortadan kalkar, birbirleri için yaşarlar. Çalışmaları
da tapınmaları da birlikte olur; böylece sevgi gerçek anlamını bulur.
Kırk makamda “Kırklar” ile
kardeş olunur; biri kırk, kırkı bir
olur.
Daha
önce de söylediğimiz gibi musahip tutmak, ikrar verip Muhammed–Ali
yoluna girmektir. İkinci kez dünyaya gelmek ve yol oğlu olmaktır. Yola
girmek için de
talip (istekli) olmak gerekir. Alevi
kökenli; yani, anası-babası yol ehli ve analığı-babalığı (ana-babasının
musahip kardeşleri) ile bir pir’e, mürşite bağlı olan kişi, doğuştan
talip sayılır. Ancak,
akıl-baliğ olduktan sonra, yol
talipliğine geçebilmesi için, ikrar verip musahip tutması, yaygın
deyimle “kardaşlık olması” gerekir.
3.1 Nasıl Musahip Olunur?
Musahiplik
olayının gerçekleştirilmesini dört aşamada görüyoruz. İlk aşama
hazırlanma, eğitim, yetişme-yetiştirilme dönemidir. Bu dönemi,
birbirlerini sevmiş ve
kardeşlik olmaya karar vermiş gençlerin,
aile ocağından aldığı Alevi inançları terbiyesine, mürebbi ve rehberin
yol-yordama ilişkin eğitiminin eklenmesi olarak tanımlamak gerekiyor.
Elbetteki, toplumun dışından
talipliğe kabul edilmiş kişinin de bu
dönemi geçirmesi zorunluğu vardır.
Evli
olarak dört, bekâr olarak iki gence bir yıl içinde mürebbi ya da rehber
(Oniki hizmet sahiplerinden yola götüren, yol göstere kişi) tarafından
Alevilik
inancının, Alevilik yaşama biçiminin tüm
geleneksel bilgileri, kuralları (erkânlar) ve ahlak değerleri
öğretilir. (Mansur al-Yaman’ın tam 1110 yıl önce yazmış olduğu al-Alim wa’l Gulam
kitabının kişileri Abu Malik ve Salih’i anımsarsak, kuralların özde
değişmeden gelişerek sürdüğünü görürüz.) Bu musahip adaylarına evde,
tarlada ve bağda-bahçede çalışırken, dinlenirken, yiyip içerken bilgiler
verildiği gibi uygulamalı; yaşayarak-yaşatarak da öğretilir.
Nasıl
mı? Bir yıl sonra kış yalarında görgü cemine katılmaya istekli; yani,
ikrar verip, musahip tutarak yol talibi olacak ve böylelikle ikinci kez
dünyaya gelecek
gençler için “Muhabbet, Abdal Musa ya da
Koldan Kopan” cemleri adları altında toplantılar tertiplenir. Bu
cemlerde, Abdal Musa kurbanları kesilir, yiyilip içilir. Zakirler, saz
çalar; nefesler,
düvazimamlar okur, semahlar dönülür.
Sohbet havasında İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’ndan, Fazilet-nâme, Şeyh Safi Buyruğu ve Vilayet-nâme’den
bilgiler geçilir. Oniki İmamları, Kerbela olaylarını anlatan kitaplar
okunur. Horasanlı Ebu Müslüm ve Battal Gazi destanları da ihmal edilmez.
Alevi-Bektaşilikle ilgili
eski ve yeni yazıda mevcut kitaplar
araştırılıp, bulunur. Bunlar, elden ele geçerek okunur, okutulur ve
dinletilir. Kısacası sazla, sözle, muhabbetle Alevi-Bektaşi yolu
sevdirilerek, öğretilir.
Musahipliğin
tüm ekonomik koşulları, ahlak kuralları, yükümlülükleri ve sosyal
yaptırımları, birbirlerinin yaşamsal kefili, kardeşi olacakların
kafalarına bir bir
kazınır. Öyle ki, musahip adayları, daha
ikrar verme töreninden geçmeden, birbirlerini “kardeşlik, bacılık” diye
çağırmaya başlamışlardır.
Bundan
sonraki üç aşama, yani tercüman kurbanı kesme, pir huzurunda ikrar
verme–yola girme töreni ve dolu içme–lokma yeme, “Görgü cemi”
yapılırken peşpeşe gerçekleştirilir.
Musahip olacak gençler bir yıl boyunca ırgatlık-işçilik yaparak ya da
bağını-bahçesini iyi işleyip kaldırdığı ürünü satarak, para kazanır.
Kurbanlık koçun parasının; mürebbisine,
rehberine ve pirine vermeleri gereken
hakullahın kendi kazançlarından ödenmesi ilkesi esastır. Ancak adaylar
kazanamıyacak kadar yaşça küçüklerse, bu masrafları ana-babaları;
birinin yoksa diğerininki, ikisinin de
yoksa ebeveyn vekilleri üstlenir.
Çoğu
kez kurbanlık koçlar, henüz kuzuyken alınıp, beslenerek büyütülmüştür.
Evlilik koşullu musahip tutma, aynı zamanda bir aile kuracak, bir ev
çekip çevirecek
duruma gelindiğinin göstergesidir.
Musahip olacak çiftler, bir veya iki kurbanla da meydan açsalar,
harcamalar ortaktır. Musahiplikte ortakçılığın başı, kurbanla başlar.
Öyle
sanıyoruz ki – bizim de başımızdan geçtiği gibi – çocuk ve yeni yetme
yaştakiler musahip olurken, koç yerine Cebrail diye adlandırılan horoz
tercüman kurbanı olarak meydana geliyor.
Yola girecek musahiplerin kurban aşından “hak lokmasını”, cemdeki tüm
canların yiyerek dua etmeleri, razılık vermiş olmaları söz konusudur.
Dolayısıyla,
törenlerin sonunda da yenmiş olsa, yola
kabul edilmenin önemli göstergesidir. Çünkü, kabul edilmeyenin ne dolusu
içilir, ne de lokması yenir.
Musahip
olacak çiftler, gönülleri aklanmış, kafaları aydınlanmış olarak,
arılanmış-durulanmış dış görünümleriyle “Görgü cemi”ne girmeye hazırdır.
Rehber, pir huzurunda dara durup,
musahip olacaklar hakkında konuşarak onları tanıtır. Pirden izin ister.
Cemi yöneten dede, oniki hizmet sahipleri ve cemde hazır bulunanlar, musahip adaylarının yola girmeye hazır oldukları yönünde çeşitli kanıtlarla ikna edilir. Tercüman kurbanı koç ya da
Cebrail (horoz) meydana alınır. Pirin izni ile zakirler sazlarına düzen
verip, ozanlardan üç nefes bir düvazimam çalar, söyler. Nefesler, ikrar
verme, musahiplik tutma ve
bunların kutsallığıyla birlikte,
yükümlülükleri açıklayıcı içeriklidir. Törenin adı “Kurban tekbirlemesi”
olduğundan, doğal olarak koç ve kurban üzerine de mutlaka bir nefes ya
da düvazimam vardır:
Akıl ermez yaradanın sırrına
Muhammed Ali’ye indi bu kurban
Kurban olam kudretinin nuruna
Hasan Hüseyin’e indi bu kurban
- Şah Hatayi’m eder bilir mi her can
- Kurbanın üstüne yürüdü erkân
- Tırnağı tesbihtir kanı da mercan
- Oniki İmama indi bu kurban
- Dedenin
duasından (kurban gülbankı) sonra, kurbancı baba, kurbanı kesmek için,
dışarı alır. Kurban lokması, musahiplik törenleri ve görgü ceminin diğer
hizmetleri bitinceye
kadar pişirilip hazırlanacaktır.
Artık
rehber, musahip olacak canları içeri alır ve böylece asıl önemli olan
üçüncü aşamaya gelinmiştir. Musahiplik töreni başlar. Bu töreni, musahip
tutma darı
çerçevesinde toparlayıp özetleyelim:
Musahiplik darına, Muhammed–Ali yoluna ilk kez giren, ikrar verecek
canlara yol gösteren hizmet sahibi rehberle birlikte durulur. Rehber,
musahip olacak adaylar bekârsa,
iki; evlilerse, bacılarla birlikte dört
canın önünde bulunur. Boyunlarına geçirilmiş tîğ-bend
ya da düğümlenmiş mendilden tutup çekmektedir. Bazı bölgelerde, örneğin
Dersim taraflarında tîğ-bend kullanılmaz; rehber, çiftlerin omuzlarına
elini koyarak, yürütür. Rehber, musahip olacak çiftleri, her bakımdan
gerektiği gibi hazırlamıştır. Genellikle “ölmeden önce ölmeyi”
simgeleyen, akbezlere sarılıdır, kefene dolanmışçasına. Ayakları
yalınayak, başları açıktır. Bellerinde, kemerbest
(belbağı) vardır. Rehber, canları eşiğe niyaz ettirir. İçeri girip,
dedenin huzurunda “Hü!” deyip “Mansur darı”na dururlar. Pir, “niçin
geldiniz?” diye sorar. Rehber: “Bugün Mansur gibi darağacını, Nesimi
gibi bıçağı, Fazlı gibi hançeri ihtiyar edip (kabullenip) tabakatı
evliyaya ikrar verip, can verip canan almaya geldik!” der. Pir: “Ey
talipler bu bir uzak yoldur, gelemezsiniz! Gelme gelme, dönme dönme!
Gelenin canı, dönenin malı! Bu yol demirden yay, oddan gömlektir
giyemezsiniz, gidiniz!” dedikten sonra, onlar geri gider; eşiğe varıp,
gene gelirler. Bu durum, üç kez tekrarlanır.
Yola
girerken pirin musahip olanlara söylediği “gelenin canı, dönenin malı”
yaptırımı ile kurbanlık koyun simgeselliği vurgulanmış olabilirse de
bunun
tersi biçiminde belgilenmesi, Aleviliğin
temel felsefesine çok daha uygundur. Kaldı ki, birçok kaynakta “gelenin
malı, dönenin canı” biçiminde geçmekte ve çoğu dedeler böyle
uygulamaktadır. Bu bağlamda
musahiplik, yola girerken malını
mülkünü, kendine ait olan herşeyini meydana koyup, ortaklığa sunmaktır.
Birinci belgide yol, R. Yürükoğlu’nun söylemiyle “dükkânı kapatıp,
anahtarı teslim ederek, çekip
gidilecek yermiş” ortamı gibi sunuluyor.
Oysa bir yaşam biçimine dönüştürülmüş Alevi-Bektaşi yolundan dönen
için, “Can pazarı” yaptırımı konulmuş olması, daha usa yatkın görünüyor.
Aynı zamanda bu
yaptırım, dönüldüğü takdirde,
Muhammed–Ali ve erler, evliyalardan gelecek “görünmez kaza-belalarla”
yok olunacağı gizli telkiniyle ruhsal gerilim yaratmıştır.
Belki
de kasıtlı sokulmuştur, “gelenin başı ya da canı” belgisi. Eğer
gerçekten öyle olsaydı, maldan dedeye ya da dergâha bırakan döner ve
yüzyıllar
boyunca yapılan baskı ve zulümle
Aleviliğin imi bile kalmazdı. Yine aynı yazarın dediğince, “zamanın
koşullarının gerektirdiği budur; dün de bugün de ‘Gelenin malı ve dönenin canı’ belgisi, doğru olanıdır.”
Kapıdan
her içeri girişte, dar meydanına gelinceye dek dört kapının erenlerine
simgesel olarak selam verir rehber. Üçüncü kez dara çıktığında, “Pir
huzuruna bir (iki) çift koç-kuzulu kurban getirdim. Al, kabul et, Allah eyvallah!” diyen rehber tîğ-bentten
çeker ve hep birlikte dedenin önünde yere kapanırlar. Bu durumda da
ayaklar mühürlü, yani Fatıma darı vaziyeti bozulmadan Fazlı darına
durmuşlardır. Dede eliyle ya da tarik
çubuğuyla rehberin omuzuna, Allah–Muhammed–Ali diyerek, üç kez dokunur
ve “Hizmetlerin kabul, yüzün ak olsun! Pir divanına yazılsın. Oniki İmam
katarından
didarından ayırmasın, hüü erenler!” der.
Rehber kalkarak tîğ-bendi dedeye verir. Dede, “Fazlı darı”ndaki musahip canların üzerlerindeki kefeni
simgeleyen akbezi kaldırır, şu duayı okur:
“Allah
Allah! Geldiğiniz yoldan, durduğunuz dardan ve çağırdığınız pirden
şefaat göresiniz! Cenabı Hakk, Hünkâr Hacı Bektaş Veli Sultan Allah’a
kul,
Muhammed’e ümmet ve Ali’ye talip eyleye!
Bu yoldan, bu dardan ve didardan ayırmaya! Ceddi cemalımız yaramaza,
uğursuza ve pirsize duş getirmeye! Şeytanın şerrinden, gafil
gadadan-görünmez beladan koruya!
Cenabı Allah hayırlı devlet, hayırlı
evlat, hayırlı rahmet ve bereket ihsan eyleye! Darınız niyazınız kabul
ola, gerçeğe hüüü!”
Dede,
tövbe telkinini yaptırıp, bellerini sıvadıktan sonra secdedeki canları
doğrultur, edeb erkâna geçirir. Canlar, dizleri üstüne oturur. Sonra,
cemde hazır
bulunanlara dönerek: “Erenler cemine
dört (iki) yeni can girdi. Bunlar artık yol kardeşlerinizdir. Oniki
İmamların huzurunda onları candan saklayıp koruyunuz! Hüü gerçeğe, Allah
eyvallah!” dedikten
sonra, musahip kardeşleri yeniden
rehbere teslim eder. Rehber, onları meydan halkasında yanına oturtur.
Yola
girmiş, ikrar vermiş bu canlar, edeb-erkân durumunda, yani “Nesimi
darı”ndadır şimdi. Artık zakirlerin musahiplik üzerine söyledikleri
nefes ve
düvazlar dinlenir. Arkasından yeni yola
girmiş canların, tarık altından geçmelerinden sonra, doluları içilecek
ve kestikleri kurban lokmaları yenilecektir.
Mélikoff, konuyla ilgili şunları söylüyor:
“Musâhipleri
birleştiren bağlar sosyal niteliklidir: Musâhipler, bütün yaşam boyunca
yardımlaşmalı ve ailelerine yardımcı olmalıdır ... Musâhiplik bağları
çok kuvvetlidir: Musâhiplerin çocukları,
bacı ya da kardeş saydıklarından aralarında evlenemezler. Bu bağ ölüme
dek sürer. Bir musâhip evlenmek istediği zaman, Âhiret kardeşi ona
yardımcı olmalıdır. Birlikte,
kolkola kız aramaya çıkacaklardır. ...
Musâhip, gelin odasına kadar evlilerin yanında bulunacaktır. Eğer evli
ise eşi, bütün evlenme merasimi boyunca yeni geline yardımcı olacaktır.”
(Mélikoff 1993: 97-98)
Bunlara,
bazı Bektaşiler ve Nusayri Alevileri arasında, tek kişi olarak yola
girilip, ikrar verildiği ve musahipliğin bilinmediğini de eklemek
gerekir. Ancak,
efsanevi “Kırklar” öyküsünden de Ahiliğe
büyük pay çıkaran Irène Mélikoff’un, “Hiç şüphe yok, Musahip âdetinin
Alevilerde dini bir tören olması da Ahi loncaları yoluyladır”
tanımlamasına katılmıyoruz. Bu
törenlerin nereden geldiğini, musahipliğin tarihsel kökenlerini
incelerken göstermeğe çalıştık. Kuşkusuz, Mélikoff’un çeşitli uluslardan
oluşan Alevi inanç toplumlarının geniş
coğrafyası içinde, yıllar boyu
yaptıkları inceleme ve araştırmalar saygıdeğer boyutlardadır. Alevilik
yorumlarında fazla idealist yaklaşımına rağmen, çalışmaları bu konuda
araştırma yapanlara önemli kaynak
oluşturmaktadır. Bu yazısında da
musahiplik konusunda son olarak şu önemli saptamaları yapıyor:
“… bu âdet,
göçer nüfusun yerleştiği her yöreye, Orta ve Doğu Anadolu’ ya, hatta
daha ötelere yayılmıştır. İran
Azerbaycan’ında Ehl-i Hakk’lar arasında,
bilhassa Ateşbagi denen kolda İkrar kardeşi, «sülûk kardeşi» âdeti
vardır. Âhiret kardeşi, «birâder ya da hemşire», Yezîdîlerde de görülmektedir.
Aynı
âdete, Ehl-i Hakk Kürtlerde de rastlanır. Yetişkinlik çağına gelen her
Ehl-i Hakk, kendi ailesinden başka bir aile içinden «Âhiret Kardeşi»
seçmek
zorundadır ve eşler belli bir merasimden
geçerler. «Âhiret Kardeşi», yaşamının her mühim anında, evlenme ve
hatta ölüm anında, kardeşinin yanında olmak zorundadır.” (Mélikoff 1993: 91-92)
3.2 Musahiplik Dolusu Alma, Lokma Yeme
İlk
ikrar sitemini çeken, yani tarık çubuğu altından geçen musahipler, son
aşamada pir–mürşit elinden, dolu ya da dem (içki, şarap, şerbet, su)
içer. Sonra
saki, yola girenlerin dolusunu dağıtır. Bu dolu, cemdeki tüm canlarla paylaşılır. Cemdeki kadın-erkek her can, üçer yudum ya da üçer kadeh alır. Bu, birlik-beraberlik dolusudur. Dolu, “Kırklar Meclisi”nde ezilip içilen bir üzüm tanesi şerbetinin simgesidir. İkrar birliğinin, ikrarından dönmemenin ve Alevi-Bektaşi yoluna girmenin andıdır. Tören, canlarla bütünleşip, toplumla bütünleşerek benlikten sıyrılma yeminidir.
Musahiplik
dolusu alındığında, muhabbet faslı başlamıştır. Sakiler, içki
kullananlara birbiri ardınca üç kadeh dem sunar. Sıra zakirlere gelir.
Onlar da “dem
nefesleri” okur, “dem geldi semahı”
çalarlar. Üç nefes ve bir düvazimamdan sonra, musahipler semaha kalkar.
Nefesler anlamlıdır; yola girenlere öğütler verir, Muhammed–Ali yolunu
sevdirir.
Dolu içmenin erdeminden, “Kırklar
Meclisi”nden söz eder. Nefeslerden birkaç dörtlükle konu daha iyi
anlaşılacaktır:
Elele tutup gidelim kardeş
Muhammed Ali’nin yoludur bu yol
Cümlemiz bir vücut olalım kardeş
Muhammed Ali’nin yoludur bu yol
- Mürşidi kamilden guş eyle pendi
- Hıfzeyle gönlünde hernekim dedi
- Cem olup erenler meydane geldi
- Muhammed Ali’nin yoludur bu yol
- Erenler yoluna gitmek böyledir
Babında Mihrabi kuldur köledir
Derdiğinden cemet erenlere ver
Muhammed Ali’nin yoludur bu yol
- Güzel Şahtan bize bir dolu geldi
- Bir sen iç sevdiğim bir de bana ver
- Hünkar Hacı Bektaş Veli’den geldi
- Bir sen iç sevdiğim bir de bana ver
- Payım gelir erenleri payından
Muhammed neslinden Ali soyundan
Kırkların içtiği engür suyundan
Bir sen iç sevdiğim bir de bana ver
Arkasından
aşçı, kurbancı ve meydancının yardımlarıyla sofralar açılır;
musahiplerin kurban aşı “Hak lokması” gelir. Birlikte yenilen lokmanın
da
belirli kuralları vardır; dualar
gülbanklar okunur, destursuz lokma yenmez. Önemli olan, tercüman kurbanı
payından, her canın tatmasıdır. O, dualıdır ve rıza lokmasıdır.
Böylelikle toplum onlarla bütünleşmiş, bir
can bir vücut olmuşlardır.
4. Sonuç
İkinci
kez dünyaya gelme anlayışı içerisinde, artık yol oğlu olmuş musahipler,
toplumlarıyla çözülmez bir inançsal akrabalığın içine girmişler, bir
pir’e–dedeye bağlanmışlardır.
Böylelikle, taliplerin oluşturduğu bu “yol akrabalığı” düzeninde
(mürebbi, musahip, rehber, yol talibi, pir) oluşan komünal yaşamı
benimsemiş küçük toplumsal
birim, mürşite–dedeye bağlı ve onun
talipleri olan diğer pirlerin–dedelerin çevresiyle genişleyen daireler
halinde daha büyük topluma ulaşır. Sonunda Hacı Bektaş Veli’yi temsil
eden büyük mürşitin
(mürşid-i kâmil) tepede bulunduğu bir
toplumsal akrabalık düzeni yaratılır. Tüm kültürel, inançsal ve
toplumsal değerleriyle musahiplik, hep birlikte ortaklaşa üretip,
ortaklaşa tüketen; eşitlikçi ve sevgi
birliğinde temellendirilmiş paylaşımcı
bir düzenin kurumudur.
Kaynaklar
Aytekin, Sefer (Haz.): Hacı Bektaş Veli: Makalat. Ankara 1954.
Corbin, Henry: Temps Cylique et Gnose Ismaelienne. Paris l982.
Daftary, Farhad: The Ismailis, Their History and Doctrines. Cambridge University Press 1992.
Engineer, Asghar A.: The Origine and Development of Islam. New Delhi 1980.
Hamidullah, Muhammed; Tuğ, Salih (Çev.): Resulullah Muhammed. İstanbul 1992.
Heyet (Haz.): İmam Caferi Sadık Buyruğu. İstanbul 1989.
Mélikoff, Irène; Alptekin, Turan (Çev.): Uyur İdik Uyardılar: Alevîlik-Bektaşîlik Araştırmaları. İstanbul 1993.
- 1. Daftary 1992: 137.
- 2. Corbin 1982: 149-150.
- 3. Harati, Muhammed Rıza b. Sultan Hüseyin; Ivanow, I. W. (ed.): Kelam-ı Pir: A Treatise on Ismaili Doctrin. Bombay
1935.
Devamı..