Dünden Bugüne Alevi Olmanın Bedeli Bir Kerbela denemesi olan Maraş Kırımının 24.yıldönümünde şehitlerimizi saygıyla anarken, dönemin yöneticileriyle birlikte, şeriatçı ve faşist-milliyetçi saldırgan sürüleri ve destekçilerini lanetliyorum.

İsmail Kaygusuz

Not: Ekte ''Dünden Bugüne Alevi Olmanın Bedeli'' (Alev Yayınları, İstanbul 2004) kitabımdan, kitaba adını veren yaşanmış öyküyü sunuyorum.

 

YORUMSUZ:

Dünden Bugüne Alevi Olmanın Bedeli

İsmail Kaygusuz

Londra İsçi Birliği lokaline giren Kamil, doğruca pencerenin önündeki masada tek başına oturan ak saçlı ve gözlüklü adamın yanına gitti. Bir süre başucuna dikelip onu izledi. O çok meşgul görünüyordu. Masanın üzerinde birkaç açık kitap, fotokopi çekilmiş yazılar, el yazısı kağıtlar yayılmış durumdaydı. Onları bir yandan dikkatle tetkik ediyor, bir yandan da notlar alıyordu.

 

                     .........Maras Katliyami...


 

Henüz öğle olmamıştı. Günün bu saatinde salonda fazla kişi yoktu. İki genç bilardo oynuyor, bir başkası onları seyretmekteydi. Üç kişi de televizyonun önündeki masada gazete dergi okuyor, tartışıyorlardı.

Yüzünden hafif sinsi gülmesini eksik etmeyen kırkını yeni aşmış Maraşlı Kamil, sonunda başındaki basık siperli şapkasını eliyle düzelterek seslendi: “Derviş bey kurban! Yine ne yazıp çiziyorsun? Seni hep görürüm okursun, yazarsın. Yine bir araştırmaya mı dalmışsın kurban? Alevilik üzerine olsun hemi!”

Derviş bey de kalın bıyıklarının altından hafif gülerek kafasını kaldırıp, gözlüğünün üstünden ona doğru baktı ve “He ya” dedi, “tam dediğin gibi. Sonra işimiz bu Kamil; okuyup yazmak. Hele otur karşıma. Tam şu sırada kafamdan geçiyordun biliyor musun?”

Kamil, çayları da ısmarlayıp otururken, “niye kurban? Nettik de sana, kafanı meşgul ettik öyle?” diye sordu. Konuşmayı sürdürdüler: “Canım, kafamdan seni geçirmem için bana bir şey mi yapman gerek Kamil? Söyle bakalım sen Elbistan’ın İnaç köyünü biliyor musun? Ya da böyle bir köy adı duydun mu?”

“Yok kurban duymadım böyle bir köy. Ama, yine de sorup soruşturayım Elbistanlı tanıdıklara. Bir şey mi olmuş o köyde?”

“Belki de o köy şimdi mevcut değil. Çünkü tam dört yüz on beş yıl önce bu köyden Alevi inançlı, büyük olasıyla bir dedeyi padişaha müzevirlemişler. O da bölgenin beylerbeyi ve kadısına buyruk göndermiş, adamı yakalayıp öldürsünler diye!”

Kamil’in yüzü birden değişti merak ve şaşkınlık içinde sordu: “Abaoov! Koca padişah bir tek adam için ferman mı yollamış? Nedenmiş kurban? Suçu neymiş dört yüz yıl önce yasamış o hemşehrimin? Kanlı katil miymiş? Eşkıyalık mı etmiş, netmiş? Niye Padişah özel ferman gönderip, hemşehrimin yakalanarak öldürülmesini istiyor?”

İnaç Köylü Yitilmiş Abdal’ın Suçu Alevi Olmak

Derviş bey ağır ağır anlatmaya koyuldu: “Suçunu soruyorsun; suçu Alevi olmak. Dönem, Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu Üçüncü Murat (1574-1595) dönemi. Bu Padişah, sarayından dışarı adımını atmamış, zevk ve sefa içinde gününü gün eden; şiir yazan, bol içki içen ve çok sayıda kadınla ilgilenen biri. Alevilik ise, Kızılbaş, Rafızi ve mülhidlik adı altında resmen cürüm kavramı arasında sayılıyor. Kısacası Osmanlı adaletinde ölümle cezalandırılması gereken bir büyük suç, Alevi olmak! Şeriat bilginlerince Kuran’daki cihat -yani İslamiyet dışındaki inanç topluluklarını kafir sayarak, İslam’a dönmedikleri takdirde onlara karşı savaş açmak- kavramı içinde değerlendirilip fetvalar veriliyor. Anlayacağın, din temeli üzerinde kurulmuş Osmanlı devleti, şeriat hükümlerince Alevi olanı ‘kafir’ sayıyor ve katlini vacip kılıyor. Sünni halkın özendirilmesi ve ihbarcılığın devlete yardım olduğu fikrinin yaygınlaştırılması için, Kızılbaş öldürenler ‘cennet ve nimetleriyle’ müjdelendiriliyor.”

Kamil’in gittikçe artan şaşkınlığı arasında Derviş adeta soluk almadan konuşuyordu: “Osmanlı devleti sanki varolma siyasetini, Alevi inançlı tebasını tek tek yada toplu halde kıyımlara uğratarak yok etmekte görüyor. Cihat kuralları gereğince önce İslam’a, daha doğrusu şeriata davet ediliyor. Çoğu kez bu da yapılmıyor ya; alınan ihbar üzerine başka suçlar yüklenerek yakalanıp, yok ediliyordu. Nasıl mı? Onu da söyleyeyim; suçlunun elleri ayakları bağlanıp Kızılırmak’a atılarak, diri diri ateşte yakılarak yada boynu vurularak...”

Kamil safça söylendi: “Demek ki onlar da şimdikiler kadar zalımlarmış kurban!”

“Elbette ya, iyi dinle. Şimdi sana okuyacağım padişah buyruğuna göre, İnaç köylü Yitilmiş Abdal hemşehrine neler yapılmak isteniyor. Ancak dört yüz yıl önceki dil bugüne pek uymuyor. Bugünün Türkçe’siyle sana okuyacağım.”

Bütün bunları büyük bir ilgiyle izleyen Kamil kafasında toparladığı düşünceleri sonunda söze döktü : “Aklımı şaşırdım kurban. Hele oku hele, şu fermanı. Oku ki, dinleyek görek, İstanbul’daki koskoca padişah Yitilmiş Abdal hemşehrimle nasıl uğraşmış? Farzedelim Ankara’dan cumhurbaşkanı, Maraş’ın bir köylüğünden ben Kızılbaş Kamil Delirüzgar’a ferman etmiş! Bizim yaşadığımız 1978 ölüm fermanlarıyla, dört yüzyıl önce, 1577 yılında Maraş Alevisine gönderilen ferman arasında görek bir fark var mı?”

Sonra susup, dinlemeye koyuldu Derviş beyin okuduklarını:

“Zülkadiriye beylerbegisi ve Elbistan kadısına hüküm ki: Sen ki kadısın, mektup gönderüb Elbistan kazasına tabi İnaç nam kariyyeden Yitilmiş Abdal nam kimesne içün Kızılbaş olub, Şer’le hakkından gelinmek lazımdır deyu bildirmişsin...”

Derviş önündeki kitaptan kafasını kaldırıp, “burasını anlamış olmalısınız” dedi; “demek ki, İnaç köyünden Yitilmiş Abdal adındaki hemşehrini Kadı efendi Padişaha, ‘Kızılbaş’tır, şeriat kılıcıyla yok edilmelidir’ diye ihbar edip, cezalandırılmasını talep etmiş.” Yeniden okumaya daldı:

İmdi mezburu ele getürmen emir edüb buyurdum ki vusul buldukta mezkuru ahar bir töhmet nami ile ele getirüb dahi ahvalin bermucibi şer’i şerif geregü ve...yani buyruğum varır varmaz, adı geçen kişiyi ağır bir suçlamayla yakalayıp, şeriat hükümleri gereğince ve...”

Birden sustu ve mırıltıyla sonuna kadar okudu ve “birkaç satır atlayıp, sadece son hüküm cümlelerini söyleyeyim sana, dedi:

Dinsiz Rafıziler için eskiden çıkarmış olduğum padişahlık buyruğum üzere, o kişinin Şeri’at kılıcıyla hakkından gelesin! Hicri 985; bugünün tarihiyle 1577.”

Maraşlı Kamil Delirüzgar, Derviş konuşurken ve Elbistan kadısının şikayeti üzerine Padişahın gönderdiği buyruğu okurken; 1978 yılında devlet güvenlik güçlerini arkasına alan faşist çetelerin planladığı Maraş kırımını yaşayanların ve görenlerin anlattıkları olayları kafasından geçiriyordu. Derviş sözlerini bitirmiş, Alevi düşmanlığını bu tescilli belgelerle Sünni inançlı halkın arasına devletin nasıl sokup bugünlere ulaştırdığını düşünmeye dalmıştı ki, Kamil kafasından geçenleri dışavurdu ve Çakallu Memo’nun yüreğine çöreklenmiş karayılanın zehirini nasıl akıttığını anlattı.

Çakallu Memo’nun Yüreğindeki Yılan

Adı Türkoğlu’ya çevrilmiş, Alevilerin yaşadığı bir köy vardır Maraş’a fazla uzak olmayan. Burada Çakullu ismini taşıyan Şafii inançlı Kürt köyünden gelip, aralarına yerleşmiş birkaç aile yaşamaktaydı. Kendilerine iyice yaklaşmış ve kaynaştıklarına tam olarak inandıkları, güvendikleri bir tek kişi vardı içlerinde; Çakullu Memo. Aralarına sık sık gelir, birlikte konuşur tartışır, yarenlik ederlerdi. Kadınlarının kızlarının kaç-göç bilmediği köyün kapıları teklifsizce bu Sünni komşularına açıktı.

Aynı zamanda çift-çubuk araçları ustası olduğundan; yani karasaban, pulluk, boyunduruk yapmak yada onarmak becerisinden ötürü koca köyde girip çıkmadığı ve ekmeğini yemediği ev yoktu. Alevi komşuları onu, “Çakallu Memo bizden!” diyerek bağırlarına basıyorlar. Ama, Şafii komşu ve akrabaları, yarenlikten de olsa açık açık, “sen artık Kızılbaş oldun!” demekten çekinmiyorlardı. Kısacası, görünüşe bakılırsa herkes birbirinden memnun, gül gibi geçinip gidiyorlardı.

Son iki haftadır görünmüyordu Çakallu Memo. Kimse farkında değil, kimsenin arayıp sorduğu da yok. Aslında köyde hiç kimsenin eli işe varmıyor, ağzını bıçak açmıyordu. Maraş’tan gelen Alevi kırım haberleri, onları derin yasa boğmuştu. Aynı zamanda bir yandan da, çeşitli yollarla silah sağlayıp önlemlerini almaktan geri durmuyorlardı. Çünkü, filan Sünni köyün üç gün sonra, filan köyün Şafiileri öbür gün, köylerine saldıracakları söylentileri sürekli kulaklarına çarpıyordu.

Memo’nun akrabaları ve birkaç evlik Çakallu komşular, köyü bu süre içinde terk mi etmişlerdi ne? Kimseler ortalıkta yoktu. sözde Maraş kırımını duyalı beri onları gözetlemeye almışlardı. Oysa, her evde bir iki yaşlı dışında kimseler kalmadığının farkında bile değillerdi. Üstelik bilmiyorlardı ki, Maraş olayları daha başlamadan, yani Alevilerin oturdukları evler sözde belediye memurları tarafından işaretlenmeden önce, Sünni köylerin hepsine haber salınarak cihat çağrısı yapılıp militan toplanmıştı. Çakallu komşular da, gizlice eskiden geldikleri köye dönüp, akrabalarının evlerine birer ikişer dağılmışlardı.

İlginç olan, yani Türkoğlu köyü büyüklerinin, o evleri gözletmeye karar vermelerinin nedeni korunmalarını sağlamak içindi. Olaylar dolayısıyla öfkeleri kabaran köy delikanlılarından bir saldırı filan olmasın, eğer olursa korusunlar diye, önlem almışlardı. Ancak onları en çok şaşırtan Çakallu Memo’ydu; o da ortalarda görünmüyordu. Oysa onun gelip kendilerini teselli edeceğini düşünüyor, dertlerine ortak olacağını tahmin ediyorlardı. Çünkü onu hep kendilerinden biri gibi bağırlarına basmışlar. Hatta önümüzdeki kış onu, köyde yapılacak Görgü Cemi’ne bile çağırmayı tasarlıyorlardı. Neden çekinip, kimden korkup da ortalıktan yitmişti?

Öyle ki, Memo yanlarına gelip “komşular, Alevi dostlarım bu ne iştir olanlar? Biz Sünni aileler yıllar yılı içinizde yaşamaktayız. Sizlerden insanlıktan başka bir muamele görmedik hiç; sadece iyilik, sadece dostluk gördük canlarım! Sizin inancınız size, bizimkiyse bize. Şu koca köyde Sünni üç buçuk ev varız; hiçbir zaman önümüze çıkıp da, ‘ne diye camiye gidersiniz üç beş saatlik yolu teperek ve neden günde beş öğün eğilip doğrulur, yer öpersiniz?’ diye sorarak bize hiç karışmadınız. Öyleyse biz Sünnilerin, bizim yaptıklarımızı yapmıyorsunuz diye, sizleri kafir bellemeye ne hakkımız var?” diyerek kendileriyle her zaman yaptığı gibi konuşsun, hayıflansın ve üzüntülerine ortak olsun istiyorlardı.

Doğrusu dost ve yakınlık dediğin böyle günde belli olurdu. Maraş’ta kan gövdeyi götürmüş; gelen haberlere göre Alevilere, Yezid ordusunun Kerbela’da Ali evlatlarına yaptıklarından daha fazlasını reva görmüşler.

Kadın, çoluk-çocuk demeden doğramışlar paslı kılıçlar ve baltalarla. Kızılbaş avına çıkmış faşist destekli Şeriat bağnazları; cihada çıkmışlar cennetlik olsunlar diye.

Dost dediğin böyle günlerde yanlarında yamaçlarında olmalıydı. Çakallu Memo niye evinden çıkmıyor ve niye aralarında dolaşarak, ağızlarını bıçak açmayan Alevi dostlarına yakın durmuyor ve neden omuz vermiyordu kederlerine? Oysa yıllar yılı evlerini ocaklarını değil, yüreklerini açmış oraya kadar sokmuşlardı kendisini. Yoksa yezitlik, onun yüreğinin içinde bir kara yılan olmuş, çöreklenmiş yatıyor muydu? Yoksa Çakallu Memo ölümcül ısırığını bu güne mi saklıyordu? Hayır o dostları, candan komşuları, üstüne üstlük eli işe yatkın biricik ustaları; teklifsiz sofralarına oturan ve her evin külfeti-horantasından biriydi o. Böyle bir olasılığı kafalarından bile geçiremiyorlardı. Olayların başlamasından birkaç gün sonra Maraş kırımını haber aldıkları zaman yaptıkları bir toplantıda, birinin ağzından çıkan, “Çakallu Memo’dan bile kuşkulanmak gerek!” sözünü ağzına tıkayıvermişlerdi.

İkinci haftanın sonuna doğru diğer Sünni komşular dönmüş; mallarının davarlarının peşlerine ve işlerine gidip gelmeğe başlamışlardı. Üstelik ilk dönüş günlerindeki korku ve tedirginliğin hemen ardından, eskiden pek fazla olmayan bir sıcak yakınlık ve hal-hatır etme durumuna girmişlerdi. Ama, asıl yakınlık ve dert ortaklığı bekledikleri Çakallu Memo hala görünürlerde yoktu.

Çakallu Memo evindeydi ve karısından başka da bilen yoktu. Samanlığındaki kuru alafın arasında asılı, ot burmalarından bir gizli yuva yapmış, içinde saklanıyordu. Karısı ve tek çocuğu, bir ay oluyordu ki, gittikleri Akçadağ tarafında yaşayan anasıgilden, üç gün önce dönmüştü. Kadın evine girip daha bir soluk bile almadan kilerde, odada, ahırda ve ağılda bağıra çağıra kocasını aramaya başlamıştı. Onu kapkara bir yüzle samanlıkta kuru otların arasındaki bu yuvada gizlenmiş bulunca şaşırıp kaldı. Ama, hemen kendini toparlayıp otobüste duyduklarını anımsadı:

Yolculuğu sırasında çevresindekilerin konuşmalarına kulak kabartmış ve Maraş’ta kafir Kızılbaşların hepsinin kırılıp yok edildiği biçiminde sözler duymuştu. Hatta kadının kendisi bu sözlere kızmış, konuşmalarına karışarak, Kızılbaşların arasında yaşadıklarını ve hiç de söylendiği gibi kötü ve ahlaksız insanlar olmadıkları yönünde sıkı savunmalarını yapmıştı. Bunun üzerine adamlar, “öyleyse bundan sonra orada yaşamanız güçleşecek. Siz onları övseniz de, başınıza taç da yapsanız, mutlaka öç almak isteyeceklerdir, uyanık olunuz!”diye onu uyarmışlardı.

Kadın kocasına otların arasında ne yaptığını ve niçin gizlendiğini hiç sormadan, bu duyduklarını bir çırpıda ona anlatmıştı. Memo anlatılanları fırsat bilip fısıltıyla konuşarak şu yalanı uydurmuştu: “Adamların dedikleri doğru. Ben de bu samanlıkta tam bir haftadır saklanmaktayım. Korkumdan dışarı çıkamıyorum. Sakın kimseye söyleme burada bulunduğumu. Biraz zaman geçsin. Havayı kokla, dinle bakalım neler konuşuluyor; çevreyi iyi kolaçan et!”

Çakallu Memo müthiş bir korku azabı yaşıyordu. Daha doğrusu, bir türlü gözlerinin önünden gitmeyen kendi yarattığı korkunç olayı yaşıyordu. Dehşetle açılmış gözlerle her biri, “Niçin? Neden? Kimsin sen? Ne yaptım ben sana?”, dercesine kendisine bakarak, kavak gibi devrilip önüne cansız uzanmış iki erkek bir kadının yüzleri gözünün önünden gitmiyordu. Hele bir gözlerini kapatıp biraz kestirmeğe çalışsa, yine karşısına çıkıyor dehşetle açılmış o gözler aynı soruları ha bire yineliyorlardı.

Artık bu korkulu hayal karşısında gözlerini kapatamaz olmuştu. Oysa o zaman, çevresindeki silah sesleri ve “Allah, Allah, Allah! Kızılbaş kafirine ölüüüm! Cihat günü bugün ey ehli İslaaam! Üç Kızılbaş öldür, cennetin kapıları açılsın güldür güldür!” naraları arasında, o dehşetle açılmış ve birkaç saniye sonra sonsuza kapanacak olan gözlerin sorularını kahkahalarla şöyle yanıtlamıştı:

“Niçin mi seni öldürüyorum? Çünkü sen Kızılbaşsın ve bir kafirsin! Cennetimi kendi elimle yapmak istiyorum. Onca yıldır Kızılbaşların içinde yaşıyordum, ama bilmiyordum, Kızılbaş öldürmekle cennete gidileceğini. Kim olduğumu merak ediyorsan, adımı da söyleyeyim; ben Çakallu Memo, Türkoğlu köyünden!”

Bir haftadır hep açıktı gözleri Çakallu Memo’nun. O ölü benizlerde yuvalarından fırlamış kendine bakan gözleri görmemek için, değirmen taşı gibi ağırlaşmış gözkapaklarını bir türlü kapayamıyordu. Dışarı çıkması da olası değildi. Çünkü onu kendilerinden sayan Alevi komşuları soru yağmuruna tutup, iki üç haftadır nerede olduğunu öğrenmek isteyeceklerdi. Onlara hiç diyebilir miydi, Maraş’ta Kızılbaş avındaydım?...

Çakallu Memo’nun karısı, yakınları ve Sünni komşularıyla ilk karşılaşmasında, onların hem Alevi komşularına karşı davranışlarının değişmiş ve hem de kendisi için ‘Kızılbaş Memo’nun karısı’ suçlamasını bırakmış olduklarına gördü. Çok kere şakadan da olsa laf atmadan yanından geçmezlerdi. Ertesi gün ürkek adımlarla köy meydanını geçip, çeşmeye suya gitmişti. Hangi köşeden çıktıklarının farkında olamadığı Alevi komşularından kadınlı erkekli birkaç kişi sarı sarıverdiler çevresini.

Kadının benzinin birden sapsarı kesilmesine anlam veremeyen gruptan birisi sordu-sual etti. Herkesin düşündükleri ve içinden geçirdikleri o dile getirdi: “Nerede bizim Çakallu Memo? Biz onu Alevi dostu bilirdik; yalnız evimizin başköşesine, soframıza değil, yüreğimizin tahtına oturtmuştuk. Dost tanır, can bilirdik. Yer yarılıp da yere mi girdi? Biliyoruz ki sen uzaklarda, Akçadağ’da anangildeydin. Maraş’ta Alevi kıyımı yapıldı; çoluk çocuk kadın demeden yüzlerce insan boğazlanmış, gebe kadınların karınları deşilmiş ve kurşunlanmış bacım, belki duymuşsundur. Bekledik ki, Memo gelip acımıza ortak olsun, onu bizden bilirdik! Ama, asıl korkumuz, Çakallu Memo’nun bizlere yakınlığı ve dost oluşu yüzünden başına bir iş gelmiş olması bacım. Zaten adama Kızılbaş Memo diyorlardı sizinkiler. Seni bekliyorduk ki, haber verelim; biz bu korkudan onu aramaya başladık bile. İnşallah karayezitler başına bir iş getirmemiştir dostumuzun!”

Herhangi bir kötülük yapacaklar diye baştan çok korkmuş olan kadın, şaşırmıştı bu sözleri duyunca. Kendisinin ve kocasının, komşuları hakkında kötü düşündükleri için üzüldü. Öteden beri kendilerini çok seven ve candan dost olan bu insanlar ne diye birden düşman kesileceklerdi?

Maraş’ta olan kıyımdan onlara neydi? Bu adamlara, Alevilere saldırıda bulunanlar kudurmuş olmalı! Bunlar kafasından geçerken, kocasının Maraş olayları yüzünden kendilerinden korktuğu için samanlıkta saklandığını söylemek istedi, sonra vazgeçti. Onlara hala eve gelmediği ve uzak bir köyde bir ağanın yapısında duvar ustalığı yaptığı; ama yakında geleceği haberini yolladığı yalanını uydurdu. İlk aklına gelen bu olmuştu.

Kadın eve dönünce, köylülerle aralarında geçen bu konuşmayı sevinçle kocasına anlattı. Buna rağmen onun ortaya çıkmamasına anlam verememişti. Aradan üç yada dört gün geçti. Sabah gün doğmadan çobanlar sürülerini henüz köyden çıkarıyorlardı. Davarların sığırların arasından içi asker dolu bir cip, hayvanları iki yana dağıtarak köy meydanına doğru yöneldi. Cip ağır ağır ilerlerken bir subay çobanlardan birini çağırdı ve ona bir şeyler söyledi. O da elini uzatarak sorulan yeri gösterdi.

Koyunlarını, keçilerini ve sığırlarını sürüye katmış dönen kadınlar, çocuklar ve erkekler köy meydanının ortasında duran askeri cipten çıkan bir mangaya yakın askeri seyre koyuldular. Askerler silahları ellerinde koşar adım Çakallu Memo’nun evinin yanından geçtiler. Sonra birden dönüp, arkadan dolaşarak binayı sardılar. Subay ise kapıya çıkmış oğlunu çağırmakta olan Memo’nun karısının yanına geldi. Kadın, subayın kapılarına doğru yönelip gelmesi bir yana, bir şey sormadan kendisini içeri itekledikten sonra yavaşça, kocasına seslenmesini istemesine bir anlam veremedi.

Kadın avludan geçip samanlığa yönelerek, kocasına adıyla seslendi. Hiçbir şeyden haberi olmayan Çakallu Memo’nun öfkeli, ama kısık sesi derinden derine duyuldu: “Kız ben sana demedim mi beni böyle yüksek sesle çağırma! İnşallah oğlan yanında değildir. Ne var ne istiyorsun? Gel de burada söyle, ne söyleyeceksen!”

Subay yanındaki iki askere işaret vermesiyle onlar, sten tabancalarında elleri tetikte samanlığın kapısını tekmeleyerek açıp daldılar içeri. Çakallu Memo askerleri karşısında görünce, kuru ot balyaları ortasındaki yuvasında donup kaldı. O dehşetle açılmış üç çift göz, zaten hangi yana baksa kendisini izliyordu. Birden, “yandım Allaaah!” diye bağırarak kendini iki askerin ayaklarının dibine attı. Onu kollarından tutarak sürükleye sürükleye dışarı çıkardılar. Olanlardan hiçbir şey anlamayan karısı çığlık çığlığa bağırmaya başladı:

“Nereye götürüyorsunuz kocamı? Kocam size ne yaptı? O karıncayı bile incitmemiştir hayatta. İnanmıyorsanız köylülerden sorunuz!”

Bu arada köylüler askeri cipten, ak bir kuşak takmışçasına beli sargılı bir delikanlının iki asker tarafından çıkarılıp, Memo’nun evine yöneldiklerini gördüler. İki yanda artan kalabalığın arada bıraktığı boşlukta yürüyerek, hep birlikte Çakallu’nun kapısını önüne geldiler. Subay ve askerler onu sürükleyerek dışarı çıkarmışlardı. Karısı bağırıp çağırıyor, ama köylülerden tek ses eden yoktu. Şaşkın ve kuşkulu olup bitenleri seyre koyulmuşlardı. İki askerin arasında gelen delikanlı onu görünce bütün gücüyle bağırdı:

“İşte bu zalım oğlu zalımdı üçümüzü de kurşunlayan. Abim üstüme düştüğü için bana sadece üç kurşun saplandı, ölmedim. Bu zalım adam kahkaha atarak bağırıyordu: ‘İşte cenneti kendi elimle hazırladım. Bana Çakallu Memo derler, Kızılbaşların arasında oturuyorum...’ Bu köyün adını söyledi, üçümüzün de öldüğünü sandığından adresini verdi. Herhalde Tanrıya adresini veriyordu ki, buradan alıp cennete göndersin merhametsiz adamı.

 

Çakallu Memo kafasını hafif kaldırdı. O gözleri hemen tanıdı. Haftalardır gözünün önünden gitmeyen dehşetle açılmış o gözleri nasıl unutabilirdi ki? Belleğine altı kara delik açılmıştı o gözlerin bakışlarıyla. Yeniden kafasını önüne eğdi bakamadı köylülerinin yüzüne.

“Doğru,” diye fısıldadı ve arkasından ünü çıktığı kadar bağırdı: “Atın beni şu komşularımın önüne, parçalasınlar; ama bu güzelim insanların ellerine yazıktır. Çağırıp köyün bütün itlerini, onlara parçalatsınlar. Ben karayüzlü, kapkara yürekli bir karayezidim...!”

Orada bulunan komşularından ve köylülerinden hiç kimse tek sözle bile karşılık vermedi. Karısı da onun için bağırıp çağırmayı kesmiş ve sanki taş kesilmişti. Sadece on yaşlarındaki oğlunu bağrına basmış, anlamsız anlamsız komşularına bakıyordu. Seyirci durumundaki Türkoğlu köylüleri “Çakallu Memo’nun yüzü” deyip deyip yere tükürdüler. Memo cipe bindirilip götürülünce, ağır ağır yürüyerek evlerine girdiler. Hepsi de içinden aynı sözü mırıldanıyordu:

“Meğer kara yılan karayezidin yüreğindeymiş!”

Bunları anlatırken gözleri yaşla dolmuş olan Kamil Delirüzgar sustu. Derviş bey ona, “Kamil can,” dedi, “bir keresinde eğer dilimi tutmasaydım, beni de satırla doğrayacaklardı karayezitler cennetlik olmak için.” ve ilkokul öğretmenliğinin ilk yılında, 1962'de yaşadığı o korkulu akşamı özetledi:

Satırlı Bıçaklı Ölümcül Bir Akşam Yaşamak

Ekim ayının son günleriydi. Okullar açılalı iki ayı geçmişti. Yeni atanmış olduğu Kızılmağara köyü okuluna okul denemezdi ya; bin bir uğraş sonunda kandırabildiği Rezo’nun boş evini sınıf yapmış kullanıyordu. Bir, iki ve üçüncü sınıflar bir arada ve kırk kişi kadardı bütün öğrencileri. Bağlı olduğu ilçe eşek-katır sırtında on saat sürdüğünden, okul araç ve gereçlerini sağlamak öyle pek kolay değildi. Tek çözüm tren istasyonuna inip, Hekimhan üzerinden Malatya’ya gitmekti. Kısacası iki gün okulu kapatmak zorunda kalacaktı.

Daha üç aylık, çiçeği burnunda genç öğretmen kendi okul defterlerinden boş yaprakları kopararak ve kurşun kalemle bir yüzü yazılı kağıtları silgiyle silerek öğrencilere dağıttı. Elinde bulunan üç-beş kalemi ve kitabı ortak kullandırıp, ders sonlarında geri toplayarak iki ay boyu eğitim-öğretimi (!) sürdürdü. Her şey tükenip bıçak kemiğe dayanınca, ulaşması olanak dışı olan müfettişi ve ilköğretimden izin almak gerekliliğini düşünmeyi bir yana atıp, okulu kapatarak yola çıktı..

Muhtarı haberlediği gibi, müfettişin teftişe gelmesi olasılığını da göz önünde tutarak ona verilmek üzere bir mektup yazıp ona bıraktı. Bu mektup, okulu kapatıp giden öğretmen için açılacak soruşturmada sorulacak soruların yanıtlarıydı. Yani genç öğretmen, kendi kendine disiplin sorgulamasını açıyor ve savunmasını da müfettişe verilmek üzere köy muhtarına bırakmış oluyordu.

Güz soğukları çoktan başlamıştı. Eğer kar kapıyı keserse, en az üç ay boyunca köyden bir Allah’ın kulu kapı dışarı çıkamazdı. Bu nedenle öğretmen kendi kışlık gereksinimlerini de görmek zorundaydı. Karar verdiği gün okulu kapattı ve öğrencilerine ertesi gün gelmemelerini söyleyerek.

Mehmetmustafa’nın oğlu olan öğrencisi Hüseyin’i yanına alarak öğleden sonra yola çıktılar. Kafalarını yüzlerini sarıp sarmalamışlardı. Ellerinde ise kocaman, kalın kalın sopaları vardı, kendilerini kurttan ve köpekten korumak için.

Yayaydılar. Önce Delihasanyurdu köyüne uğrayacaklardı. Üç saatlik yol demişlerdi ya; köylük yerde güneşin doğuşu batışı ve çevredeki dağların tepelerin gölgelerinin, yamaçları ve düzlükleri basmasıyla zamanı ölçtüklerinden (!), kafalarındaki saat kavramına kesinlikle güvenilmezdi. Yılbız kalesi dedikleri gediği aştıklarında, koyu bir sis basmıştı her yanı. Birkaç adım ötelerini göremiyorlardı. On beş yaşlarında ve okulun en yaşlı öğrencilerinden olan Hüseyin,”öğretmenim kese yoldan gidelim ki çabuk varalım” dediği için, keçiyolunu bırakmış dağdan bayırdan ilerliyorlardı.

Hüseyin koyu sisin ortasında birden durdu ve iki yana bakarak, “öğretmenim dedi, belliklediğim yerleri pustan göremiyorum. Yoldan da çıktık. Ne yana gideceğimizi bilmiyorum. Daha fazla ilerlemeyelim; eğer yanlış yoldan gidersek kayadan-mayadan düşeriz. Çünkü buralarda sıra sıra kayalıklar, uçurumlar var. En iyisi izimize geri dönelim.”

Genç öğretmen önlemini almıştı yola çıkarken. Gidecekleri köylerin güneşin doğduğu yönde olduğunu birkaç kişiden ayrı ayrı sorup öğrenmişti. İki ay önce atandığı köye gelirken, Malatya’da bir kitapçı dükkanında görüp satın aldığı pusula yanındaydı. “Dur, dedi Öğretmen, dönmeyelim. Önce pusulayla yönümüzü bulalım.”

O, pusulada doğu yönü saptamaya çalışırken Hüseyin, eline taş alarak ileri doğru fırlattı. Küçücük taş büyük gürültüler çıkararak düşünce, ikisinin de rengi attı. Çünkü tam bir uçurumun başında bulunuyorlarmış meğer. Sekiz on adım sonra rahat uçurumdan uçabilirlermiş. Gerçekten yollarını şaşırmışlar, doğuya değil güneye doğru uzun süre yürümüşlerdi.

Köye ancak güneş batımında ulaştılar. Yoğun sis de kalkmıştı. Hüseyin’i Delihasanyurdu’ndaki akrabalarına bırakıp, onların yanına katmış oldukları bir başka delikanlıyla, karanlık dağları tam bastığında Kurşunlu bucağına indiler. Genç öğretmen Delihasanyurdulu delikanlıyla, iyi tanışları olan köyün varlıklısı Çerçi Ali’nin evinde konukladılar.

Çerçi Ali’nin evi başka konuklar ve komşularla doluydu o akşam. Ama, ilk kez evlerine gelmiş olan Kızılmağara köyünün öğretmeni baş konuk edilip köşeye geçirildi. Yemekler yendi, ayranlar ve şerbetler içildi. Çaylar hazırlanırken sohbet koyulaşmaya başlamıştı. Bu arada camide kılınan akşam namazı dönüşünde epey komşu birikmişti.

Çerçi’nin keçeler, kilimler ve duvar diplerine fırdolayı geniş yastıklar döşemiş olduğu, kocaman avlu silme erkek doluydu. Ocakta yanmakta olan kocaman meşe kütüğünün, ısısının çoğu bacadan gitmesine rağmen, kalan sıcaklığı avluyu rahat ısıtmaktaydı. Öyle ki, evin giriş kapısını çifte kanatlarından biri sürekli yarı aralık tutuluyordu. Her yaştan erkek vardı, ama karşı cinsten görünürde hiç kimse yoktu. Ancak yemek esnasında ve şu anda çaylar içilirken, sağdaki duvardan avluya açılan bir kapıdan kafası yüzü örtülü bir kadın elinde tabakla, tepsiyle çalaca görünüp, onları ortada hizmet eden erkeğe vererek gözden kayboluyordu. Konuşmalar, sohbetler erkek erkeğeydi.

Herkes birbirini tanıyordu. İçlerinde tek yabancı genç öğretmendi. Ama, bu onların istedikleri konularda ve istedikleri biçimde konuşmalarına engel değildi.

Akşam namazının arkasından ne hakkında mı konuşuluyordu? Kızılbaşlar, yani Aleviler hakkında: Namaz kılmadıklar ve oruç tutmadıkları için hepsi kafirdi! Ne kiliseleri vardı Hıristiyanlar gibi, ne de havraları Museviler gibi. Camileri de olmadığına göre dinsizdi bunlar, Allah’ın cehennemi onlar içindir. Her biri bir cehennem odunuydu; günahkarların atıldığı katran kazanlarını, altında yakılarak fokur fokur onlar kaynatacaklardı! Muhammed’in yetmiş iki ümmetinin dışında bulunuyor ve Yecüc Mecücler gibi fısk ü fücur içindeydiler! Gizli gizli toplanıp sığır-sıpa gibi birbirlerine karışırlarmış, Kim kimin babası, kim kimin öz kardeşi, bilmezlermiş onlar. Analarını da kendisini doğuranlara tanıklık etmiş olanlar belirlermiş. Daha neler neler...

Genç öğretmen konuşmanın yatağını değiştirmek için çevrenin tarımsal sorunlarından, özellikle meyvecilikten söz etti. Kendi köylerinin arazisinde bağ yapılıp üzüm yetiştirilebileceğini anlattı. Sonra Hasançelebi ve Bicir köyü örneklerini vererek, başka çalışma alanlarına el attı; kömür ve krom madeni işçiliğinin gelişmeleri yönünde durduysa da başaramadı konuyu değiştirmeği. Adlarını söylediği köylerin Alevi oluşu yüzünden, yine Kızılbaş konusuna girildi. Ve Kızılbaş köylerinden anılara geçildi.

Öğretmenin bu arada, ilk kişinin anlattıkları arasına girme fırsatı yakalayarak, İslam tarihine dalması ve Kuran’dan bazı ayetler okuyup dinsel açıklamalar getirmesi bir süre konudan uzaklaştırdı. Herkes suspus olup takdir edici mırıltılarla onu dinledi. Buna rağmen öğretmenin ikinci bir konuya atlamasına meydan verilmedi. Çeşitli girişimleri onları Kızılbaş öykülerinden uzaklaştırmak için işe yaramadı. Tam tersine dinsel konularda ayrıntılı konuşması ve hocalarından bile duymadıkları bilgilerden söz etmesinden, kaş-göz-baş işaretleriyle öğretmenin Sünni bir din hocasının oğlu olduğuna karar verilmişti. Genç öğretmenin sıkıntılarının arttığının kimse farkında değildi. Bu kez ev sahibi konuşmaya başlamıştı:

Benim adım Ali ya, üstelik pala bıyıklıyım. Alevi köylerine gittim mi, niye yalan söylüyeyim rahat ediyorum. ‘Adına kurban olayım Ali’m, sen mi geldin? Safa geldin yüzüm basa geldin!’ deyip elime ayağıma kapanıyorlar. Akçadağ Alevileri arasında kimi yerde Bicirli ya da Hasançelebili, kimi yerde Mezirmeli ya da Sinemilli oluyorum. Bu köylere gittiğimde de Akçadağ’ın köylerinin adlarını veriyorum. Benim en değerli müşterilerim Alevilerdir. Onların kadınlarında kaç-göç, kapanmak filan yok; sığır-sıpa gibiler. Ne elma yanaklı kızlar, ne karpuz götlü gelinler gördüm!”

Kahkahalar arasında çevresinde kendisini can kulağıyla dinleyenlere kısık sesle: “Ne elma yanaklar dişledim ve ne karpuzlara bıçak attım o mum söndü toplantılarında bilemezsiniz!...” cinsinden bir sürü akla hayale gelmeyen yalan ve kara çalmalar anlatırken, öğretmenin bir sorusu üzerine, toplantılarına katıldığını ve olayları bizzat yaşadığını yemin-kassem söylemekten çekinmedi. Ama, her şey zifiri karanlıkta gerçekleştiği için, kimsenin kimseyi tanımasının mümkün olmadığını da eklemekten geri durmamıştı.

Çerçi Ali’nin sözlerini bitirmesi üzerine ağızbirliği etmişçesine aynı cümleyi yinelediler: “İşte bu yüzden Kızılbaşların katlini vacip kılmışlar!”

Birden içlerinden biri diz kurup doğruldu ve yumruğunu sıkarak bağırdı: “Kuran’da yazılıymış. Dün cuma namazında Hoca söyledi unuttunuz mu? Üç Kızılbaş öldüren cennete gidermiş. Vallah billah bir punduna getirsem, üç tane değil, tam on üç tanesini satırla doğrarım! Allah’ın buyruğunu yerine getirmek her Müslüman’ın boynunun borcu!”

Genç öğretmen fena halde korkmuş ve bir titreme almıştı elini ayağını. Belini yastığa iyice yaslayıp elleriyle iki yanından kavramıştı sıkıca. Anlayacaklar diye ödü kopuyordu. Öfkeli adamı bazıları onayladıysa da, bazıları anlaşılmaz mırıltılar çıkartarak geçiştirdiler.Yanındaki ise aklına yeni gelmiş bir öyküyü anlatmak için sabırsızlanırken, kendi kendine gülüyordu. Birden giriverdi avluda oluşmuş soğuk esintinin içine ve anlatmaya koyuldu:

Bir Çuval Dolusu Hıyar Öyküsü

“Yahu şu Kızılbaşlar aslında çok ömür adamlar. Ne benzetişler, ne mizah ve ne mantık oyunları var adamlarda; akıl sır eresi değil! Bicir’de bir Alevi ahbabım var. Bir gün onunla konuşuyorduk, sordum: Yahu siz Aleviler, karınlarınızla yattıktan sonra yıkanmazmışsınız, doğru mu bu? Oysa Kuran da yazılı bu, Allah’ın buyruğu!”

‘Hadi canım sen de! Allah’ın başka işi yok da karımla benim arama mı giriyor? Her şeye de karışıyor. Ama, aramıza öyle sık girerse, yanlışlıkla başına bir gelebilir, dedi. Arkasından: ‘Soruna gelince; doğrudur yıkanmayız, sadece yıkarız!’

Ben pek bir şey anlamamıştım söylediklerinden. Sonra bir temsil getirdi gülmekten bayıldım kaldım. Ne dedi biliyor musunuz? Bana bir soru sordu: ‘Bir çuval hıyar doldurmuş bahçenden eve geliyorsun. Sırtındaki çuval delinmiş ve tam kapının önünde biri çamura düştü. Ne yaparsın?’

‘Suya çalar; siler, kurular ve öbürlerinin yanına korum. Atacak değilim ya!’ dedim.

‘İşte biz de öyle yapıyoruz. Temizce yıkayıp, kuruladıktan sonra yerine koyuyoruz hıyarımızı. Ama siz, bir çuval hıyar olan bedeninizi iki tas su dökerek yıkamaya kalkışıyor ve temizlendiğinizi sanıyorsunuz. Var çamaşır günü yıkan, haftadan haftaya paklan sabunla köpürte köpürte. Hem birbirinizi sevip okşayıp, karılarınızla canı cana katacaksınız. Sonra da birbirinizden nefret etmiş, iğrenmiş, birbirinize bok atmışçasına sular altından geçeceksiniz!”

Adam bunları anlatırken Çerçi Ali’nin çay içmekte olan konukları gülmeye başlamış ve satırlı-bıçaklı ölümcül hava değişmişti. Ama asıl, ha şimdi Alevi olduğunu anlayıp kendisini satırla doğramaya kalkışacaklar, korkusu kalkmıştı öğretmenin üzerinden.

Canın Kadın mı istedi

Kamil Delirüzgar, “iyi ki bir delilik edip de söylememişsin Alevi olduğunu” diye söze girerek, susturdu Derviş beyi. Böylece anılarından onu çekip alarak kendisi konuşmayı sürdürdü:

“Alevi olduğunu söylemek değil, onların lehinde bile konuşsaydın, senden kuşkulanır ve yine yok ederlerdi. Ben Kozan cezaevinde yatıyordum. Altmış beş yaşlarında Avşar Türkmeni bir Sünni, kaçakçılıktan içeri atılmış ve bizim koğuşa verilmişti. Bir gün aramızda bulunan genç bir tutuklu, kadın kız özleminden söz etti. Bu Avşar ne dese beğenirsin kurban?: ‘Oğul, günün de az kalmış senin. Çıkar çıkmaz bir Kızılbaş köyüne git. Orada tuttuğun kadınla kızla o işi yaparsın. Böylece hapishanedeki kadınsızlığın acısını çıkarırsın’

Bunları duyunca nasıl kafam attı. Adamı öldüreyazdım bırakmadılar. Yezidoğlu yeziddeki zihniyete bak sen; canı kadın isteyeni Kızılbaş köyüne gönderiyor. Sanki Alevi-Kızılbaş köyleri açık genelev. Bütün koğuş yüzüne tükürdü. Yoksa kahrolurdum. Bu adamlar işte böylesine yüzsüz, böylesine namussuz. Senin Çerçi Ali de utanmasız sıkılmasız yalan söylüyordu. Herifler Alevilerin içine girer, dost ahbap olur, hatta kirve olurlar. Ama, Çakallu Memo da olduğu gibi yezitlik, kapkara bir yılan olmuş onların yüreklerine çöreklenmiştir, çıkmaz Allah çıkmaz! Sana Maraş kırımından bir olay daha anlatayım, iyi işit kurban...”

Birden yandaki masada oturan ikisinden de yaşlıca, ince çökük yüzlü şapkalı adam seslendi. Kamil’in yeni bir olay anlatmasına meydan vermeyip yapıştırdı sözlerini: “Avşar yezidi ve Çerçi Ali gibi konuşanları benim dedemin düzeniyle bir gecede yok edeceksin ki, başkalarına örnek olsun!”

Sözünün kesilmesine aldırmayan Kamil hemen, “gel hele şöyle yanımıza kurban” dedi, “adın ne senin kurban, nerelisin?”

Yerinden kalkıp, masalarına oturan adam hemen kendini tanıttı ve anlatmaya koyuldu tezelden: “Adım Kalender, Pazarcık’ın köylüklerinden olurum, ama Akçadağ’dan gelmeyiz. Oraya da Malatya’nın bir başka köyünden kaçıp gelmişler seksen doksan yıl önce. O yüzbaşı olayının hemen arkasından göç edip izlerini yitirmişler...”

Öbür ikisi aynı anda sordu: “O hangi yüzbaşının olayı? Anlat hele Kalender kurban anlat!”

Kalender zaten sormasalar da anlatacaktı. Onun için yanlarına gelmemiş miydi? Deminden beri kulak kesilmiş onları dinliyordu. Hemen anlatmaya koyuldu:

Muradiye Olayı

“Dedem ya da dedemin babasının Malatya toprağındaki köyünün adı Muradiye imiş. Şimdi böyle bir köy var mı yok mu, onu bilmem. İşte bu köyün en ileri geleniymiş, adını taşıdığım dedem Kalender ağa.

Güz gününün bir akşam üzeri, bir yüzbaşının emrindeki on beş askerle köye girmişler. Sözde Kürt eşkıyası peşindelermiş; atlı ve pür silahlıymış hepsi de.

Kalender ağa köyün hem ileri geleni hemi de muhtarıymış. Konağından konuk eksik olmaz, sofrası yerden kalkmaz biriymiş. Birkaçı evli, yedi tane de oğlu varmış yiğit mi yiğit; her birinin boynundan adam asılırmış.

Köylülerden biri düşmüş önlerine askerlerin getirmiş Kalender dedemin konağına. Üzerlerinden indikleri atları konağın duvarının önünde bulunan tavlalara bir sırada bağlamışlar. Oğlanlar koşup açmışlar samanlığın kapılarını; doldurmuşlar arpayla samanı atların torbalarına, geçirmişler başlarına.

Hayvanlar arpayla samanı iştahla kütürdetirken, zabit ve askerler, bizim Kalender dedenin dört bir yanı sedirli ve gelinlerinin kızlarının dokuduğu kilimlerle döşenmiş konuk odasında istirahata çekilmişler. Silahlarını, kütüklük ve çizmelerini çıkarmış sedirlere yan gelip yatmışlar.

Ağa dediysek, öyle köyleri, büyük çiftlikleri olan bir ağa değilmiş benim Kalender dedem; sadece köyün sayılıp sevilen adamı, sözünden çıkılmayan yöneticisi. Ayrıca Aguçanlı Seyyidlere bağlı Dede vekiliymiş; kendisine ayrıca Kanber Baba diye çağırırlarmış.

Bilirsiniz Alevi köylerinde, kış ayları dışında cem-cemaat yapılmasa da sık sık köy kurbanı ya da adak kurbanları keserler. Böyle zamanlarda her ev bulguru, yağı, tuzu, odunu ve parasıyla kolundan ne koparsa katılıp ortak kazan kaynatırlar. Kocaman kara kazanlarda pişen etli aş ve saç üstü yufkaları evlerdeki birey sayısına göre dağıtırlar. Bu sırada düvazlar okunur, sazlar çalınarak samahlar da dönülür. Lokmalar dualıdır yenilir içilir, ama artar eksilmez.

Yine bir güzel gelenek daha vardır Alevi köylerinde; bir eve tanıdık veya tanımadık konuklar gelse, hemen o eve komşular hoşgeldine koşarlar. Ev sahibinin durumunu kolaçan ederek turşu, pekmez, peynir, yağ, yoğurt gibi katkılarla eksiğini noksanını tamamlar. Konuklar sofrasına katkıda bulunurlar. Konuk sahibinin sıkıntıya düşmesine hiçbir zaman izin vermezler. Konuk sayısı fazlaysa akşam herkes birini birkaçını kendi evlerine yatıya götürürler. Çünkü hepsi Muhammed Ali Yolu’nda aynı dedenin talibidirler. Yol talibi ve daha önemlisi musahiplik bağları yüzünden, hepsi bir evin külfeti gibi ana, baba, çocuk, kardeş ve bacıdırlar.

Bizim Kalender ağa, dede vekili olarak hep yaptığı gibi peyik (haberci) salıp, zaten yirmi, yirmi beş haneli olan köyde her aileye haber etmiş atlı tüfekli hükümet adamlarının geldiğini. Böylece herkes kolundan ne koparsa getirmiş ve Kalender dedemizin konuk sofrasına katkıda bulunup zabit ve neferlere tam bir şölen verilmiş gün batımında.

Kalender ağa konuklarla konuşup ilgilenirken bir yandan da içinden, ‘eh!’ diyormuş, ‘hem kendilerinin hem de atlarının karınlarını tıka basa doyurduk. Madem eşkıya çetesi takibindeler, bir de kahve içtiler mi, kalkıp görevlerine giderler. Asker görev başında gerek. Yatıya kalacak değiller ya!’

Ama gitmemişler. Karanlık bastığı halde, hala sere serpe oturmakta ve neşelerini bulmaktalarmış. Bir de aralarında pıskırıklı gülmeler içerisinde fısıltılı bir toplantı yapmışlar. Sonra Yüzbaşı efendi yüksek sesle “Kalender ağa” demiş, “buranın Kızılbaş köyü olduğunu biliyoruz. Yine biliyoruz ki kilerlerinizde, yüklüklerin altında yıllanmış şaraplarınız vardır. Bize bir iki testi yeter yani...”

Kalender ağa, “Zabit efendi, şeriatta şarap haram buyrulur. Alevi köyündesiniz diye, boyunuzla birlikte günaha girmeyin. Biz günahınıza ortak olmayız. İnancınızın icaplarına uymalısınız. Hem sonra eşkiya üstündesiniz” diyerek, şaka yollu uyarmışsa da tınmamışlar. Testiler dolusu şaraplar gelmiş ve hepsi çakırkeyif olmuşlar.

Şaraplar içilirken Dedemiz, adamların köyde gecelemeğe karar verdiklerini anladığından, ikisini üçünü kendine ayırıp, diğerlerini köyde durumu uygun ailelere dağıtmak üzere haber salarak yataklarını hazırlatmış bile. Kısacası hükümet adamlarının rahat ettirmek için her türlü önlemler alınmış; yemek içmek son bulunca alıp evlerine götüreceklermiş görevli kılınanlar...

Muradiyelilerin bu konukseverliğine bakın, bir de -şimdi anlatacağım- onların yaptıklarına:

Cibilliyetsiz Yüzbaşı

Askerlerin her biri birer tas şarap içtikten sonra Yüzbaşı bir toplantı daha yapmış kendi aralarında. Kalender ağa dahil hepsini dışarı çıkarıyormuş toplantı yaptıklarında. Önce fiskoslar, arkasından yılışık gülüşmeler derken, ciddi ve emredici bir tonla Zabit, ev sahibiyle teke tek konuşmak isteğini söylemiş. Bir odaya çekilmişler. Zabit efendi buyurganlığını sürdürerek ‘bak Kalender ağa’ demiş, ‘ben ve askerlerim aylardır dağlardayız. Yedirip içirdiniz. Karnımız adamakıllı doydu. Hani sözün gelişi denir ki, Türk’ün karnı doyunca siki kalkarmış. Biliyorum ki, siz Kızılbaşlar bu işi çok hafife almaktasınız. Size göre, mum söndü gecelerinizde ana, bacı ve kız demeden düzmek ne ayıp ne de günah sayılıyor. Ayrıca, geleneğinizde konuklara güzel kadınlar ikram etmek de varmış. Yoksa bile, farzet ki bir mum söndü gecesi yapıyorsunuz. Kısacası muhtar efendi, ben ve askerlerim aylardır kadın yüzü görmedik; her birimiz için birer gecelik kadın istiyoruz.Genç ve güzel gelinler olsunlar ha, yoksa bize kolay dayanamazlar bilesin!’ Arkasından tehdidini geçmiş:

‘Ben senin konakta kalacağım, soframıza hizmet eden gelinini çok beğendim. Erlerimi de tek tek evlere dağıt. Gece yarısından sonra hepsini kontrol edeceğim. Eğer her birinin koynunda birer kadın bulmazsam, köyünüzü başınıza yıkarım. Kimse bana hesap sormaz. Eşkıyalara yataklık eden köyleri yerle bir ederiz biz. Haydi iş başına, hemen ayarla dediklerimi.’

Onun bu sözleriyle yüzü mosmor kesilmiş olan Kalender dedemiz, her ne zaman ağzını açıp itiraz edecek olmuşsa, sözünü boğazına tıkayıp emir yinelemiş Yüzbaşı. Adam çıkmış konuştukları odadan, utanmasız sıkılmasız oturmuş yine sofranın başına.

Kalender ağa başı önünde, izin isteyip odasından dışarı çıkınca Zabit efendi daha bir neşelenmiş ve naralar atmaya başlamış. Herhalde onun, ‘iş ayarlamaya’ çıktığını düşündüğündendi bu neşesi. Oysa Dedemiz, yüzünün öfke, kızgınlık ve korkudan aldığı mosmor rengi görmesinler diye başını kaldırıp da kimsenin yüzüne bakmadan çıkıp doğru kendi odasına gitmiş. Peşinden yetişen Sultan ninemizin omuzuna başını koyup, bir süre hüngürdeye hüngürdeye ağlamış. Dişinin arasından çıkmamasını tembihleyerek, olup bitenleri ona anlatmış. Kendini toparladıktan sonra, büyük oğluyla birlikte konuk odasında bulunan bütün köylüleri dışarı çıkararak, bir yerde toplanıp kendisini beklemeleri haberini göndermiş karısıyla. Öbür oğullarının sofraya hizmete devam etmeleri ve konuklara göz kulak olmalarını istemiş.

Bizim Dede bir süre daha odasında oturarak, iyice kendine gelmek, sakinleşmek için dualar etmiş. Allah Muhammed Ali’ye, On İki İmama yalvarmış. Bir düvaz okuyup, diz kurarak sessiz bir tevhid çekmiş. Öfkeden kabaran içi yatışmış. Akıl yürütmüş, çıkar yollar aramış. Sonunda neler konuşacağını kararlaştırıp, kendisini merakla bekleyen komşularının yanına gitmiş.

Önce Yüzbaşı’nın söylediklerini sakin sakin anlatıp, tepkilerini ölçmüş, önerilerini öğrenmek istemiş. Toplantıda bir dalgalanmadır olmuş. Hemen odayı basıp hepsini öldürmeyi önerenler; ‘cibilliyetsiz Yüzbaşı’yı dışarı çıkartıp canlı canlı kazığa oturtalım,’ diyenler çıkmış. Kalender dedem gürlemiş:

‘Durun ağalar, canlarım, yiğitlerim! He ya, ölümü fazlasıyla hak ettiler. Dinleyinsene bir, koyunlarına gireceğini sandıkları gelinleri-kızları beklerken nasıl da neş’e içindeler; kahkahalar atıyorlar. Ama şu anda, ne yazık ki konuklarım bu adamlar. Böyle bir şeye söyleyeceklerimi dinlemeden karar verirseniz, beni öldürmeden onların kılına zarar veremezsiniz. “Mihman canlar bize sefa geldiniz” demişim bir kez. Törelerimizde mihmanın-konuğun kutsallığını bilmeyen var mı? ‘Mihman Muhammed’dir, mihman Ali’dir’ demez mi aşıklarımız? Soframız yerdeyken böyle bir şey asla yapılamaz. Onları tek tek dağıtıldıkları evlerde temizleyeceksiniz, anlaşıldı mı?’

‘Namusumuza göz diken bu ırz düşmanlarını, öyle bir cezalandıracaksınız ki dillere destan olsun. Kızılbaşı namus tanımaz belleyip, gecelik isteyen Osmanlı yezidine ders olsun. Ama, hepsi de şu andaki neşeleri içerisinde gebermeli. Zevkleri ve sevinçleri kursaklarında kalmalı. Yataklarına uzanmış, bindir hayal içinde gecelik kadın beklerken, daha büyük zevkine tanık olmak için kadın kılığında girin yanlarına. Sonra basın tetiği alınlarının çatına çatına. Bir tek mermiyle işlerini göreceksiniz. Sonra yok edin cesetlerini!’

‘Peki ondan sonrası?’ diye sormuşlar bazıları. ‘Ondan sonra dağa çıkar eşkiya oluruz Osmanlıya karşı. Eşkiyalar sebepsiz yere mi eşkiya oluyor? Var mı baska çare?’ diye buna yanıt verenler olmuş.

Kalender ağa bir daha gürleyip, yapılacakları anlatmış: ‘Hayır eşkiya da olmayacağız, dağlara da çıkmayacağız. Yer yarılmış da yer girmişçesine yiteceğiz ortalıktan. Hasretlik çekeceğiz birbirimize, hasretlik içinde öleceğiz. Başımıza gelenleri de karın be karın çocuklarımıza ulaştıracağız. Gelelim hemen yapacaklarımıza: Birbirlerine çok yakın ikişer-üçer aileler halinde, çeşitli yönlerde Anadolu’nun içlerine dağılıp, yilim yilim yiteceğiz.’

‘Buralardan uzak hangi köyde, hangi kentte bir candan dostunuz, tanıdığınız yada akrabanız varsa oraya gidin! Olup biteni kimse dişinin arasından, sakin ola çıkarmasın. Yerin kulağı vardır, Osmanlı’nın da kolu çok uzundur. O kolun size uzatılmasına fırsat vermeyin, yoksa kökümüzü kurutur. Yüzbaşının teklifini kabul etmek gibi bir zilletle yaşamak mümkün müdür hiç canlarım? Bu gece gün doğmadan dağları tepeleri, boğazları ve gedikleri aşmış olacağız toptan.’

‘Haydi şimdi dağılıp herkese haber verin; gürültü patırtı yapmadan hazırlansınlar. Yükte hafif, pahada ağır ve en lüzumlu eşyalarınızı alacaksınız. Denk yapın yataklarınızı, fazlalıklar kalsın. İşimiz ve hazırlığımızı bittikten sonra bir toplantı yapıp kimlerin nereye gideceklerini öğrenir ve helallaşırız. Uzaklığa göre on-on beş günlük yiyecek; un, bulgur, yağ ve peynir alınmalı. Yanımıza sadece binek ve yük taşıyacak at, öküz eşek ve inek alacağız! Davarlar, dana ve buzağılar alınmayacak! Tavuklar da kalsın. Ahırların, samanlık ve kilerlerin kapıları açık bırakılsın ki kalan hayvanlar aç kalmasın.’

‘Üç gün Muradiye’de bacalar tütmesin, komşu Sünni köylere gün doğar; gelir talan ederler, toplar götürürler geride bıraktıklarımızı. Evlerimizi barklarımızı yıkıp paylaşırken ne kavgalar çıkaracaktır yezit oğlu yezitler. Haram it kanı olsun yiyenlere! Ve lanet olsun bize bu kararı verdirenlere! Haydi metin olun hepiniz. Ben yaşlı Kalender’in, Kanber Baba’nızın gözyaşlarına bakmayın siz, ben hep sulu gözlüyümdür.’

‘Askerlerin atları, sahibini öldüren kişilerin olacak. Evinize götürdüğünüz eri atına bindirerek iletin, şaşaalı olsun ölüme gidişleri! Atların koşumlarındaki Osmanlı’ya ait damgalar, işaretler yok edilmeli. Dağılın görev başına şimdi; hizmetleriniz Hak için olsun. Haber saldığımda gelir hasımlarınızı teslim alırsınız. Ama unutmayınız, dediğim gibi; yataklarda gecelik kadın bekleme zevki içindeyken, tek mermiyle ve alınlarını çatından vuracaksınız! Cesetlerini de bir çukura atıp, üstünü önce ahbınla, gübreyle kapatın sonra toprakla örtün ki çabuk çürüsünler.’

‘Yüzbaşı bizim hasmımız, daha doğrusu oğlumun hasmı. Çünkü, büyük gelinime göz koymuş ırz düşmanı. Oğlum onun işini görmeden önce, olup bitenleri yanında bir kağıda yazarak imzalatarak yüzüne karşı kendim okuyacağım. Mermiyi yemeden önce duyacak bunları. Kağıdı muşambalayıp cebine koyacağım. Kısa bir zaman sonra ortaya çıkacak bir yere yüzlekçe gömeriz onun leşini. Bu söylediklerim sizi ürkütmesin. Bize bizden olmazsa hiç kimse bizi bulamaz. Osmanlı durumu öğrensin de utansın, utanacak yüz kalmışsa! Ceset ortaya çıktığında ve Osmanlı durumu öğrendiğinde biz yilim yilim yitmiş, yerlerimize gitmiş olacağız.’

‘Devletle, Osmanlıyla başa çıkılmaz canlarım. Onun için eşkiya olup dağlara çıkmayı aklınızdan çıkarın. Haydi denkleri hazırlamaya, göçmen kuş göçünde gerek. Bozatlı Hızır yoldaşımız ola. Muhammed Ali, Hünkar Hacı Bektaş Veli carımıza erişee! Ben de gidip şu cibilliyetsiz ırz düşmanını, kadınlar ve yataklar hazırlanıyor, diyerek biraz daha oyalayayım...’”

İlgiyle dinleyen Kamil Delirüzgar merakını yenemeyip, araya girerek sordu: “Sana da, Dede’ne de kurban Kalender; bu ne güzel anlatıştı. Tez söyle kurban, dediklerini aynısıyla yapmışlar mı? Onu de hadi, dillerini yediğim!”

Pazarcıklı Kalender, Kamil’i yanıtlarken Muradiye olayının anlatımına şu sözlerle noktaladı:

“Dediklerini, yani aldıkları kararı aynısıyla yerine getirmişler elbette. Aradan dört karın, yani dört kuşak geçti; hep anlatılır bizim aile içinde: İşler tamam görülmüş, göç yola düzülmüş. Gün doğmadan batıya yönelenler Beylerderesi’ni çoktan geçip Sultansuyu’na ulaşmış. Kimileri kuzey yönünde Tohma üzerindeki Kırkgöz köprüsünden geçmiş Yazıhan düzlüğüne düşmüşler. Bazıları da gün doğmadan, güneşin doğduğu yönde ilerleyerek, Kömürhan gediğini çoktan aşmışlar.

Bir daha da hiç kimse Muradiye’ye dönmemiş. Osmanlı’nın kolu da uzanamamış hiçbirine. Biz de bilmeyiz Muradiye adlı bir köy var mı, yok mu Malatya toprağında şimdi. Ben Maraş’ın Pazarcık’tanım. Muradiye olayını sorun Akçadağ’a bağlı Bekiruşaklı köylülere; orada da anlatılıyormuş hikayenin aynısı. Kayseri’de Sarız köylüklerinde de söyleniyormuş...”

Şahinoğlu

Korkunç olayın öyküsünü, baştan sona hiç söze karışmadan dikkatle dinleyen Derviş bey, Kalender sustuğunda eğilip çantasından bir kitap çıkardı. “Bu kitabı öğretmen okulundan sınıf arkadaşım Şahhüseyin’in abisi H. Nedim Şahhüseyinoğlu yazmış, adı “Malatya Balıyan Aşireti” diyerek kitabı tanıttı.

“Aynı bölgede geçen Kalender’inkine benzer bir olay daha anlatılıyor. 29. sayfadan okuyorum:

Kırserdarı Şahinoğlu bir ağadır; ayrıca Besni beyliğine bağlı olarak köy ve aşiretlerin sorumluluğunu da bey adına yürütmektedir. Bu nedenle halk üstünde baskılı ve acımasızdır. Uygulamalarına ilişkin öyküler anılar anlatılır...

Bir gün Şahinoğlu Yezdanlı köyüne gelir vergi toplayacaktır. Töre gereği aş hazırlanır, yer içer. Köyden gecelik (kadın) ister. Bu isteği aşiretin ve köyün inançlarına, töresine terstir. Sert karşılanır. Şahinoğlu da alacağı vergiyi fazlasıyla toplar ve döner. Ama ağanın istemi köyde konuşulmaktadır. Pavre ve Gavre adında iki kardeşi olayı onurlarına yediremezler. Silahlarını alarak Şahinoğlu’nun köyüne giderler. Vakit gecedir. Ağa ateş ocağının önünde serili çift döşeğin üzerinde oturmakta ve ayaklarını da üst üste atmıştır. Bacadan ateş ederler. Ancak bacağından vurulur. İki kardeş köylerine döner ve cerrah Kizir Abuzer’in yanına giderler. ‘Biz ağayı vurduk, herhalde ayağından yaralandı. Şimdi seni götürmeğe gelirler. Ne yaparsan yap ağayı öldürmeye çalış’ diye öğütlerler. Cerrah Kizir ‘siz kayıtsız olun, onun anasını ağlatırım’ yanıtını verir.

Çok sürmeden iki atlı gelip, Cerrah’ı alır götürür... O da önce ağlar sızılar, vuranlara ağır küfürler eder. Sonra at, eşek sidiği ve başka karışık malzemelerden ilaç yapıp yaranın üstüne koyar ve sıkıca bağlar. Ağaya ‘aman ağam sancısı, ağrısı çok olacaktır, ama sakın yirmi dört saat çözme, üstünde dursun’ diye öğüt de verir. İlaç çok sancı yapmakta, ama Ağa inatla direnmekte, çözmemektedir. Giderek bacaklarında sancı artar, cansızlık başlar, ateşi yükselir. Yaralı bacak kangren olmuştur. Ve birkaç gün içerisinde Ağa öbür dünyaya göçmüştür. Yerine geçen oğlu, Zeydanlı köyünü basar, ateşe verir, evleri yağmalar. Pavre ile Gavre köyü terk etmiş ve bilinmez diyarlara kaçmışlardır.”

Derviş bey bunları okurken Kamil sıkça saatine bakmaktaydı Bitince hemen söze girdi:

“Derviş bey, kurban gitmem gerek. Şimdilik bunları yaz. Daha sonra uzunca anlatırım kirvesini öldüren yezidi; bu yazdıklarının arkasına eklersin. Yalnız şunu söylüyeyim: Adam silahını kapıp kirvesinin evinin kapısına dayanmış, adıyla çağırarak açtırıp kapıyı girmiş içeri. Silahı gören dört-beş yaşlarındaki çocuğu korkarak divanın altına giriyor. Her şey çocuğun gözünün önünde geçiyor. ‘Kusura bakma kirve,’ diyor adam, ‘Kızılbaş’tan kirve olmazmış; seni öldürmeye geldim. Herkes Kızılbaş öldürerek sevap kazanıyor, cennette yerini hazırlıyor. Hocanın dediğine göre kirvem olduğunuz için sizi öldürmekle, iki kat fazla sevaba gireceğim.’

Ve çekiyor silahını karıkoca kirvelerini kanlar içinde yere seriyor. Ertesi gün güvenlik kuvvetleri kapıyı açıp içeri girdiğinde, küçük çocuğu kızıl kan içinde birbirinin üzerine düşmüş anne babasının kaskatı kesilmiş vücutlarına yüzükoyun kapanmış uyur vaziyette buluyorlar.”

Derviş bey, Kalender ve Kamil Delirüzgar kalkıp giderlerken göz göze uzunca bakıştılar. Üçünün de yanaklarına aşağı yaşlar damla damla süzülüyordu. Kamil, tek söz etmeden yürüdü çıktı buzlu camlı kapıdan ve arkasından Kalender burnunu çekerekten. Derviş kağıtlarını ve kitaplarını toplarken kendi kendine, “işte dünden bugüne uzanan zaman içinde, Alevi olmanın bedeli bunlar” diye mırıldanıyordu.

Londra, 23 Ekim 1992

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın.

İgili Makaleler

Son Makaleler

Popüler